Fethullah'ın okullarındaki CIA ajanları

Üst düzey emniyetçilerin Fethullah'a bindirmesi gelenek halini aldı. Hanefi Avcı'nın "Haliç'te Yaşayan Simonlar" kitabıyla Fethullah'ın devlet içerisindeki yapılanmasını deşifre etmesinden sonra yine eski bir emniyetçi Osman Nuri Gündeş geçtiğimiz hafta yayımlanan anılarında Fethullah-CIA işbirliğini deşifre ediyor.
Fethullah'ın CIA ajanlarıyla mesaisine değineceğiz ama öncelikle Osman Nuri Gündeş ile ilgili kısa bir malumat verelim.
Osman Nuri Gündeş, emekli MİT'çi. 1964-1986 yılları arasında Milli İstihbarat Teşkilatında çalışmış. 12 Eylül öncesi ve sonrasında MİT İstanbul Bölge Başkanlığında bulunmuş. Tansu Çiller döneminde de Başbakanlık İstihbarat Başdanışmanı olarak görev yapmış.
"İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı" adlı kitabında Fethullah ile ilgili ilginç bilgiler veren Gündeş, Fethullah örgütünü Moon tarikatına benzetiyor. Amerikalıların Kore'yi işgal ettikten sonra, Güney Kore'yi sömürgeleştirebilmek için Hıristiyan Moon tarikatını kurduklarını, böylece nüfusu Budistlikten vazgeçirip Hıristiyan yaptıkları gibi tarikat aracılığıyla dünyada komünizm karşıtı bir blok oluşturduklarını söylüyor. Gülen'in de Komünizmle Mücadele Derneği'nden yola çıktığını, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkelere öncelik verdiğini hatırlatıyor. "Sonra CIA, cemaatin faaliyetlerini Rusya'ya yönlendirdi." diyor.
Şu satırlar kitabın "Fethullah Gülen gerçeği" bölümünden: "Gülen cemaati tarafından özellikle de Türk cumhuriyetlerinde açılan okullarda diplomatik pasaportlu Amerikalı CIA ajanları ‘İngilizce öğretmeni' diye barındırılıyor. Bu işbirliği, Türkiye'de yapılan üst düzey resmi bir toplantıda, bizzat Fethullahçı okul yöneticisi tarafından itiraf edildi. Toplantıda MİT temsilcisi de bulunduğu halde, olay karşısında sessiz kalındı. Durum, devletin resmi olarak yayımladığı kitapla da belgelendi.
ABD, ‘dostluk köprüsü' adı altında getirdikleri 70 kişilik öğretmen grubuna diplomatik statü kazandırmış. Özbekistan'da diplomatik pasaportla bulunan ABD'li öğretmenlerin çoğu, Gülen cemaatinin okullarında çalışmaktadır. ‘İngilizce dil öğretmeni' olarak gözükmekte iseler de esasen Amerikan Gizli Servisi'nin güdümünde görev yaptıkları ve çalıştıkları ülkelerde Pentagon'da üretilen Amerikan politikalarının uygulamasının baş ajanları görevlerini sürdürmektedirler. Onların İngilizce hocalığı sadece maske görevleridir. Örneğin Kırgızistan'da da 60 kadar Amerikalı ‘öğretmen' vardır."
İddialar oldukça vahim görünüyor. Zaman gazetesi Nuri Gündeş aleyhinde çalışmaya başladı ama Fethullah'ın CIA ile ayyuka çıkan ilişkisini bakalım nasıl örtbas edecekler?
Cumhuriyet'in ölümsüz neferleri
Şehit Kubilay (en üstte),Şehit Vefkı (ortada) ve Şehit Hasan (en altta) Cumhuriyetimizin ölümsüz neferleridir.
"Meydanda küçük bir kalabalık ortasında Mehdi ve başındakiler, yeşil bayrağın etrafında haykırışlarına devam ediyorlar. Kubilay arkasındaki askeri bir kenara bırakıyor ve herhalde -kan dökmeden mes'eleyi halletmek için- belki de kaynayan kanının, zapturapt bilmeyen coşkun sinirlerin, O'nu her vakit böyle her sevdiğini müdafaaya attığı gibi, tek başına kalabalığı yarıyor ve ortaya atılıyor. Bayrağın başında Mehdi'yi yakalıyor:
- Ne yapıyorsunuz? diye bağırıyor, hükûmete isyan mı ediyorsunuz, haydi dağılın bakalım...
Mehdi kendinden geçmiştir. Uydurduğu yetmiş iki bin kişinin Menemen'i sardığı efsanesine kendi de inanmış gibidir. Esrar, saatlerle zikir ile sallanan, dönen boş kafalarda yapacağını yapmıştır. Bir hamlede genç zabitin yakasına yapışıyor ve onu sarsıyor, itiyor.
Bu anî sadme ile Kubilay'ın ayağı kayıyor, sendeliyor, yere düşüyor.
Bir zabiti yere düşürmenin ne demek olduğunu bilen çılgın, artık işin çığırından çıktığını anlamıştır. Tabancasını çekiyor ve Kubilay'a ateş ediyor.
Kubilay göğsünü delen bir kurşun yemiştir.
Sıcak kanı, temiz kanı, delik göğsünden akıyor.
Yavaşça yerinden kalkıyor, "kan dökmeden halletmek istediği mes'elenin" kendi kanına bulandığını görerek artık harekete geçmek üzere kalabalıktan uzaklaşıyor. Hükûmet dairesinin avlusuna giriyor; daire kapalıdır. Dairenin yanındaki camiinin avlusundan hükûmetin arka tarafına geçmek kabildir.
O tarafa sapıyor. Biraz ilerliyor ve oracıkta tenha aralıkta yıkılıyor.
Gözleri dönmüş, ağızları köpürmüş, dişleri inkılâba ve cumhuriyete gayızla gıcırdayan mürteciler onu görüyorlar.
Yaralı bir kuş gibi oracıkta mecalsiz, bitap inleyen, mütemadiyen kan döken, genç inkılâp yaralısının hâlâ sağ oluşu o anda ağırlarına gidiyor, üzerine saldırıyorlar ve heybelerinden çıkardıkları bir ustura kırılası ellerinde parıldıyor.
***
Kubilay sefillerin elinde mecalsiz kıvranıyor. Ve keskin bıçak kara kuvvetin, taassup ve mel'anetin bu memleket gençliğinin boğazına dayadığı bu katil ustura Kubilay'ın boğazında işliyor, işliyor...
Beş dakika sonra Kubilay'ın kesik başı saçlarından yakalanmış, kanları aka aka, alçak inkılâp düşmanlarının elinde meydana getiriliyor.
***
Meydan, kanlı meydan, halilenin son dakikalarındadır. Tepesine Kubilay'ın kesik başı takılmış yeşil bayrak ortaya dikilmiş ve etrafında beş on deli büsbütün kendilerinden geçmiş bir halde hayhuylarında berdevam...
Dudaklarının kenarında Kubilay'ın mübarek kanının izleri duran bu kudurmuş insanlar ne yapacaklarını şaşırmışlardır.
Zikrediyorlar, bağırıyorlar, çağırıyorlar....
***
Kubilay'ın kışlasından, Kubilay'ın geçtiği yollardan gelen, Kubilay'ın başını arayan taze asker meydanı sarmıştır.
Vak'ayı duyan bekçiler de silahlarını alarak meydana gelmişlerdir.
Ateş başlamıştır.
Mehdi Derviş Mehmet kulaklarının dibinde vızıldayan kurşunları duymayacak kadar kudurmuş ve kendi uydurduğu efsaneye kendisi de inanmıştır: Ona kurşun işlemez(!)
Fakat kurşun işliyor.
İlk yediği pek yakından gelmiştir. Bu acıyla aklı başından giden Mehdi tabancasını karşıdaki camiin parmaklığı siper alarak ona ateş eden Bekçi Hasan'a çevirmiştir. Bu mel'un tabancanın mel'un kurşunu Hasan'ı yere yıkıyor.
Babayiğit bekçi Menemen Meydanı'nda düşen ikinci şehittir.
Kalabalıktan eser kalmamıştır. Şimdi meydanda yere yıkılan bayrağın etrafında beş çılgın, beş mürteci var.
Fakat bu çok devam etmiyor. Ortada ayakta kimse kalmamıştır. Yerde yatan iki ceset ve kaçmak isterken yakalanan üç serseri.
Ve ötede biraz ötede de inkılâbın üçüncü şehidi bekçi Vefkı.
İşte 23 Kânunuevvel 1930 Salı sabahı Cumhuriyet'e kasteden kudurmuş sersersilere karşı Cumhuriyet uğrunda can veren Kubilay ve arkadaşlarının menkıbesi."
Geçtiğimiz hafta, Devrim şehidi Kubilay'ın Menemen'de gözü dönmüş Şeriatçı katiller tarafından şehit edilişinin 80. yıldönümüydü.
Yukarıdaki pasajı, İleri Yayınları'ndan çıkan ve Kan Demir tarafından hazırlanmış "Şehit Kubilay" kitabından aldık. Şehadetinin hemen ardından Kubilay'ın ailesi ve tanıdıklarının tanıklıklarına yer veren belgesel niteliğinde bir çalışma olması bakımından önemli bir yapıt.
Kubilay'ın şehit edilmesi o günlerde yurt genelinde bir infiale neden olmuştu. Hatta Atatürk'ün olayı duyar duymaz Menemen'in haritadan silinmesini istediği de anlatılır. Bilindiği gibi Atatürk, Kubilay'ın şehit edilmesinden sonra Türk Ordusu'na hitaben yayınladığı taziye mesajında "Menemen'de ahiren vukua gelen irtica teşebbüsü esnasında Zabit Vekili Kublay Bey'in vazife ifa ederken duçar olduğu akıbetten Cumhuriyet ordusunu taziyet ederim. (...) Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyetin mefkûreci muallim heyetinin kıymetli uzvu Kublay Bey, temiz kanı ile cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır." demiştir.
Kubilay şehit edildiğinde, askerliğini yedek subay olarak yapan bir öğretmendi. 24 yaşında bir Cumhuriyet öğretmeni. Devrimi özümseyen ve devrimi korumak için başını vermekten çekinmeyen bir bilince sahipti. O tam bir Atatürk genciydi.
Cumhuriyetimizin bugün Kubilay gibi devrim neferlerine daha çok ihtiyacı olduğu günlerden geçiyoruz. Kubilay'ın başını alan irtica, bugün devletin en tepesine kadar tırmanmış durumda. Türk milletinin üzerindeki gerici dikta, baskısını her geçen gün artırmakta.
Bunun yanı sıra Cumhuriyetin Şeriatçılıkla birlikte tarihsel düşmanı olan Kürtçülük, gerici iktidarın koruması altında ayrı dilden, ayrı devletten bahsedecek kadar pervasızlaşmış. Cumhuriyete ve Atatürk'e sahip çıkmak suç; ülkeyi bölmek, bunun için terör uygulamak, adam öldürmek demokrasi mücadelesi oldu. Gericiler ve bölücüler yaptıkları karşısında sırtları sıvazlanıp ödüllendirilirken, bunlara tepki gösterenler bölücülükle, ırkçılıkla suçlanır oldu.
Cumhuriyetin kuruluşundan 87, Kubilay'ın şehit edilmesinin üzerinden 80 yıl geçti. Gericiler ve bölücüler, bugün iktidar olmanın verdiği güvenle "artık Türkiye Cumhuriyeti'nin işi tamam" demeye başladılar.
Ancak onlara şunu hatırlatırız ki, bu milletin önünde Atatürk gibi bir lider ve Kubilay gibi Cumhuriyet uğruna başını verecek neferler oldukça hiçbir şey düşündüğünüz kadar kolay olmayacak.
Kubilay, şehit edilişinin 80. yılında saygıyla anılırken, bizlere, sonucu her ne olursa olsun, Cumhuriyeti koruma görevimizi hatırlatmaya devam ediyor.

Fethullah cemaati ile Apo bulmacası

Apo-Fethullah ittifakı
Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce ile bölücü başının avukatları Yalova’da bir araya geldiler ve zannedersem işbirliğinin nerelere kadar uzayacağına dair bir görüşme yaptılar. Avukatlar yazarı cemaatin Türkiye sözcüsü zannettiler ve soluğu orada aldılar. Ama yanıldıkları bugün ortaya çıktı. Okyanus ötesinden gelen bir uyarı adresin yanlış olduğunu ve yazarın cemaatin sözcüsü bile olmadığını açık şekilde gösterdi.Okyanus ötesindeki zat, herhalde bu görüşmeyi dizginlerin elinden alınacağı anlamında yorumladı ki, yazarı sert bir şekilde uyardı. Ve yazar, okyanus ötesindeki zattan özür dilemek zorunda kaldı.
Geçen haftanın aslında en fazla ses getirmesi gereken olayı, bölücübaşı Apo'nun avukatları aracılığı ile yaptığı açıklamalardı. Yakalandığı yıldan AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar "Türk devletine hizmet etmek"ten başka bir laf etmeyen bölücübaşı, bu iktidarın sayesinde yine örgütün lideri konumuna yükseldi ve dünden bugüne akıl almaz fetvalar vermeye başladı. Artık örgüt liderinden de ileri, memleketimin işlerine karışıyor, devlet ve hükümet yetkilileri ile görüşmeler bile yapıyor. Örgütünü yönetiyor, istediği fetvayı veriyor, hatta "Benden bu kadar, bundan sonrası tufan." diyerek Türkiye'yi tehdit ediyor ve maalesef, iki-üç protestocu öğrenciye ülkeyi zindan eden zihniyet, bu caniler başına bir şey diyemiyor. Neredeyse, önlerini ilikleyecekler, önünde esas duruşta emirlerini bekleyecekler.
Meclis'te, Atatürk'ün meclisinde Kürtçe konuşuluyor, caniler başına "sayın" diye hitap ediliyor, meclisin saygınlığı zedelenmiyor, ama bizler "böyle TBMM olmaz" dediğimiz zaman, o saygınlık zedeleniyor ve ne demokrasi düşmanlığımız ne faşistliğimiz ne de ırkçılığımız kalıyor. Hükümetin nerede olduğunu sormuyorum, çünkü onların nerede olduğunu iyi biliyorum. Benim esas merak ettiğim, mecliste bulunan ana ve yavru muhalefet partileri nerede? Onların onurlu ve saygın milletvekilleri neredeler? Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan CHP, milliyetçiliği kimselere bırakmayan MHP neredeler? Herhalde, çünkü bizi böyle düşünmeye mecbur bırakıyorlar, onlar da bu oyunun içindeler ya da oyunun bir figüranı haline geldiler. Bu millete seçilirken verdiğiniz söz bu muydu? Hani "Milletin birlik ve bütünlüğünü, devletin bölünmez bütünlüğünü" koruyacağınıza dair ettiğiniz yeminler nerede? Koltuklar çok sıcak geldi galiba, zahmet edip yerinizden kalkamıyorsunuz anlaşılan…
Ve bu arada sayınların sayını (!) bölücübaşı; Türkiye'nin en büyük sorunu olan "Kürt sorunu"nu çözmek için Fethullah Gülen cemaatı ile işbirliği yapılması önerisinde bulundu. Ve hemen akabinde Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce ile bölücübaşının avukatları Yalova'da bir araya geldiler ve zannedersem işbirliğinin nerelere kadar uzayacağına dair bir görüşme yaptılar. Avukatlar, yazarı cemaatin Türkiye sözcüsü zannettiler ve soluğu orada aldılar. Ama yanıldıkları bugün ortaya çıktı. Okyanus ötesinden gelen bir uyarı adresin yanlış olduğunu ve yazarın cemaatin sözcüsü bile olmadığını açık şekilde gösterdi. Okyanus ötesindeki zat, herhalde bu görüşmeyi dizginlerin elinden alınacağı anlamında yorumladı ki, yazarı sert bir şekilde uyardı. Ve yazar, okyanus ötesindeki zattan özür dilemek zorunda kaldı.
Savaş hali içinde bulunduğumuz bir örgütün başının önerisi ve doğrudan örgüt adına yanına gelen avukatlarla, oturuyor, paşa paşa Türkiye'nin en büyük sorununu ortaklaşa çözmek ve bu konuda işbirliği yapmak için görüşüyor. Yaptığının yanlış olduğu kendine bildirildiği zaman da, Hoca efendisinden özür diliyor. Milleti bir kenara bırakıyor, yine efendisinin elini öpmeye çalışıyor. Yani bunlar için milletin bir önemi yok, varsa yoksa Hoca efendi… Çünkü, yazarlığı ona borçlu, çünkü, yaşadığı her türlü lüksü ona borçlu, çünkü, TV'lere çıkıp konuşmayı bile ona borçlu… Çünkü, belki de varlığını ona borçlu… Elbette ondan özür dileyecek; sizden, bizden, milletten neden özür dilesin? Bizlerin, sizlerin, hepimizin dini duygularını sömürerek kurulan sermaye imparatorluğunun içinden dışlanmak nelere mal olur, bir düşünürseniz, yazara hak veresiniz gelir.
Kürt-İslam faşizmi
AKP'nin iktidara geldiği ilk günlerde, biz böyle bir işbirliğinin zaman içinde olacağını söylemiş ve bu hareketin adını da koymuştuk: "Kürt-İslam faşizmi…" O zamanlar bize gülenler, ne diyorsunuz, neler yazıyorsunuz diyenler bugün gelinen sonucu şaşkınlıkla karşılıyorlar. Hatta bazı liberal aydıncıklar, nasıl böyle bir işbirliği olur, biri Marksist-Leninist olduğunu yıllar önce ilan etmiş, diğeri laiklik karşıtı, Şeriat devleti istiyor gibi sözlerle böyle bir şey olamayacağını söylemek istiyorlar.
Bunlara bakarak şunu rahatlıkla söylüyorum; bunların söylediklerinin her zaman tersi olur. Bugün Hoca efendi karşı gibi görünüyor, ama onların zaten bir gizli işbirliği içinde olduklarını düşünüyorum. Zaman gazetesini takip ederseniz bu işbirliğini çok rahat görebilirsiniz. Kürtlerin bütün isteklerini, demokrasiyi kılıf yaparak desteklediklerini bilmeyen var mı? Olduğunu zannetmiyorum.
Şimdi işin doğrusuna bakalım: Bu işbirliği gizli kapaklı zaten vardı, şimdi açık olarak yapılmak istendi, tepkiler üzerine yine yeraltına indirildi. Seçimlerde işbirliği olursa şaşırmayın; çünkü okyanus ötesi, Başbakanın tek adam olma şovlarından pek rahatsız ve bu rahatsızlığını seçimlerde gösterme yolunu seçebilir. Elbette bizimle işbirliği yapmayacaklar, çünkü; Said-i Kürdi'nin torunları, tabii ki Kürtleri seçecek ve Apo'nun önerisi istikametinde seçim işbirliği yapılacaktır. Çünkü, bu öneri aslında Apo'nun değil, ABD'nin ve AB'nin ortak önerileridir. Bu yüzden gerçekleşme oranı oldukça yüksektir.
Bu sayede, yani Kürtlerle yapacakları seçim işbirliği sayesinde, Fethullah ve müritleri canlarını sıkan Başbakana bir ders vermeyi düşünebilirler. Elbette bunun yanında bir Kürt hükümetini, hiç olmazsa hükümet ortağı olarak Kürtleri görmek isteyebilirler. Bütün bunlar varsayım, ama gerçekleşme olasılığı yüksek varsayımlar… Böyle bir olasılıkta Başbakan herhalde seyirci kalamaz. Bir şeyler yapması gerekir. Onun da kozu PKK'yı dışlamayı sürdürerek Kürt açılımını hızlandırmak ve Kürt isteklerini hayata geçirmek. Seçimden sonraya bırakılan yeni anayasa değişikliği, bu olasılığın ne kadar yüksek olduğunun önemli kanıtıdır. Şimdi yapılacak bir anayasa değişikliği, Kürtleri tatmin etmezse, Kürt oyları, Türkleri incitirse Türk oyları tehlikede olduğundan, değişiklik seçimlerden sonraya bırakılmıştır. Burada esas olan Türk oylarıdır; çünkü Kürtlere istedikleri her şey anayasa teminatı altında verilecek, yerel yönetimler yasasında yapılacak değişiklik ile de, ayrı bayrağı, ayrı ordusu, ayrı polis gücü olan özerk Kürt bölgesi kesinlikle kurulacaktır. Böyle bir durumu kabul etmeyen siyasi parti her halde mecliste olmayacaktır.
Başbakan, bu iş birliği hakkında suskunluğunu korumaktadır.
Muhalefet ne yapıyor?
Kılıçdaroğlu, öyle bir laf etti ki, beyefendi bırakın ana muhalefet partisinin genel başkanı olmasını, sıradan ve Türkiye'nin sorunlarından hiç haberi olmayan bir insan gibi değerlendirme yaptı. Sanki, Türkiye'de kimse "dini si-
yasete alet etmiyormuş" da, sadece bunlar dini siyasete alet ederlerse doğru iş yapmazlarmış. Ama inanç bazında bir birleşme olursa olurmuş… İnanılmaz ama gerçek… Bu sözlerin sahibi ana muhalefet partisinin genel başkanı ve on senedir milletvekilliği yapıyor. Ne demek istiyor, anlamak mümkün değil… Cumhuriyetin ilanından beri, bu ülkede birileri her seçim döneminde, dini siyasete alet etmişlerdir ve bu durum bütün vicdanları sızlatacak şekilde, hükümet eliyle, Fethullah kanalıyla, tarikatlar marifetiyle, camilerde, tekkelerde, dergahlarda sürdürülmektedir, hem de çok açık olarak… Ama CHP Genel Başkanı'nın bundan haberi yokmuş ki, böyle bir laf ediyor.
MHP Genel Başkanı ise, kendisine bu konuyu soran gazetecilere, "bu soruyu muhataplarına sorun" diye cevap vermiş. Uzun bir zamandır, bilhassa referandum döneminde, MHP Genel Başkanın Fethullah cemaatinden rahatsız olduğunu biliyoruz. Bu kanal ile partisinin küçültüleceğinin farkında… Eline gayet güzel bir koz geçmiş, ama değerlendiremiyor. Burada Fethullah ile PKK arasındaki işbirliğini ortaya koyarak Fethullah'ın niyetinin ne olduğu hakkında konuşarak kendilerini bölmeye çalışanların PKK ile birlikte olduğunu söyleyebilir ve mensuplarını uyarabilirdi. Ama yapmadı, yapamadı. Çünkü, bu tür bir değerlendirme yapabilmesi için, bu oyunun ya farkında olması ya da içinde olmaması gerekir.
Görünen o ki, muhalefet partileri bu oluşuma, AKP oyları azalacak nazarı ile olumlu bakıyorlar ve çok büyük bir hata yapıyorlar. Silahın ve paranın bir araya gelmesi, Türk milleti için felakettir. Bunu unutuyorlar ve oy kaygısı ile hareketi uygun buluyorlar.
Şimdi duruma şöyle bir göz gezdirelim: PKK, Fethullah cemaatine, her alanda işbirliği teklif ediyor. Zaman yazarını, Apo'nun avukatları ziyaret ediyor. Ne konuştuklarını bilmiyoruz, bildiğimiz, sadece yazarın yazdıkları… Arkada kalan konuşmaları sadece tahmin edebiliriz. PKK temsilcileri, demokrasi kılıfına uydurdukları isteklerini, yazara sunmuşlar, yazar o kadar demokrattır ki, vatanın bölünmesi uğruna bile bu isteklerin normal olduğunu söylemiş olabilir. Yazısından bunu çıkarmak mümkün… Ama iki tarafın unuttukları bir şey vardı, o da cemaatin başının bu işe ne diyeceği idi ? O da, okyanus ötesinden yazarı sert bir şekilde uyararak boyundan büyük işlere girmemesini adeta emretti. Yazar özür diledi.
İşbirliği şimdilik askıya alındı
Bu işbirliği şimdilik askıya alınmış gibi görünüyor. Ama, bu iktidar dahil, bunların bir taktiği var. Önce konuyu böyle ortaya atıyorlar, kamuoyunun tepkisini ölçüyorlar, eğer tepkiyi fazla bulurlarsa konuyu hemen örtbas ediyorlar. Bu da böyle olabilir. Zaten ben böyle düşünüyorum. Zamanı gelince bu işbirliğini herkesin görebileceğini zannediyorum.
Gizli, üstü örtülü bir şekilde, cemaatin PKK'ya verdiği destek, az daha aleni olarak milletin önüne konacaktı. Yani gizli hatta zımni diyebileceğimiz anlaşma açığa çıkacaktı. Zaten yazar, bunu afişe ettiğinden dolayı pişman ve üzgün, özür dilemesinin sebebi bu! Artık, bugüne kadar afişe çıkarılmayan bu gizli işbirliği dahi milletin ağzında sakız olacaktır.
Baştan beri söylediğimiz "Kürt-İslam faşizmi" deyimi artık tam olarak yerine oturmuştur. Milletin dini duygularını istismar ederek bir dünya imparatorluğu kuran cemaat, Kürtçü yüzünü açık olarak göstermiştir. Bu cemaatin başında bulunanlar, inandıkları şeyhleri dahil Kürtçüdür. Ve, medya gücü ile, parasal gücü ile, artık PKK'nın yanındadır.
Türk milleti bunun farkına varmalıdır. Herkesin dini ve inancı kendinedir. Hiç kimse hesap anında, kimsenin yanında olmayacaktır ve hiç kimseyi kurtarmayacaktır. Bunun bilincinde olarak cemaatin değil, milletin yanında olmalıdırlar.

Türk Tezi

“Esas olan, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu essas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla elde edilebilir. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun bağımsızlıktan mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık olamaz.
“Yabancı bir devletin himaye ve sahipliğini kabul etmek, insanlık vasfından mahrumiyeti, acizlik ve miskinliği itiraftan başka birşey değildir. Hakikaten bu seviyesizliğe düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
“Halbuki Türk’ün haysiyet ve şerefi ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Büyük bir millet esir olarak yaşamaktansa mahvolsun daha iyidir!..
“Öyleyse Ya İstiklâl Ya Ölüm.”
Mustafa Kemal
Türk Tezi nedir?
Türk Tezi, Mustafa Kemal’in 1919-38 yılları arasında uyguladığı politikadır. Temeli tam bağımsızlıktır.
Mandacı anlayışlara göre Türk toprağı, metropoller için üs, Türk insanı metropoller için paralı askerdir. Mandacılara göre, Türk toprağı ve insanı, sömürgeci ülkelerin desteğinin alınması için bir kozdur. Bu kozu pazarlayarak, Türkiye’yi daha güçlü bir ülke yapacakları iddiasıyla ortaya çıkarlar.
Ancak, mandacıların göremedikleri ya da görüp de halkın görmesine istemedikleri şey, bir metropolün uydusuna bakışıdır. Örneğin tüm Avrupa devletleri, ABD ve Rusya, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkemizi “hasta adam” olarak görüyorlardı.
Her uydu gibi, Türkiye de, metropol için sadece bir uydudur. Ama Türkiye, özel konumu itibarıyla uydudan biraz daha fazla birşeydir.
Türkler 1000 yıldır Anadolu’dadır. 1000 yıllık Türk hakimiyeti Türk insanı ile coğrafyayı bütünleştirmiştir. Türk insanının toprağına olan bağlılığı Türk Tezi’nin en önemli dayanağıdır. 1000 yıldır Anadolu’dan atılamayan Türkleri bu topraklardan atabilecek bir güç mevcut değildir.
Metropoller, kimi uydularının uydu olarak yaşamasına razı olurlar. O uyduların sömürgeleri olarak kalmaları, metropole rant aktarmaları yeterlidir. Ancak Türkiye için bu geçerli olamaz. Çünkü Türkiye, gerek Hıristiyanların, gerekse Yahudilerin hak iddia ettikleri Anadolu’dadır.
Batılı ülkelerle Türklerin Haçlı Savaşları bilinmektedir. Bunun nedeni, Hıristiyan Batılının, Hıristiyan toprağı olarak gördüğü Anadolu’yu Türklerden geri almak istemesidir. 1000 yıldır bu amaçlarına ulaşamasalar da, bu amaçtan vazgeçmemişlerdir. Örneğin İstanbul, hem Katolik, hem Ortodoks Hıristiyanlar için asla vazgeçilemeyecek dini merkezdir.
Aynı şekilde Yahudiler için de Anadolu toprakları kutsaldır. Onlara Tanrının vaadettiği topraklardır. Bu vaade ulaşmak için çalışmaktadırlar. Türk toprağının bu dinsel niteliği, Türkiye’yi işgal edilecek bir ülke, Türkleri de Anadolu’dan kovulması gereken bir kavim haline getirmektedir.
Dört cephede de Batı Hakimiyeti
Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsız olabilmesi için, askeri, siyasi, ekonomik, kültürel vs her alanda tam bağımsız olması gerekmektedir. Ancak Türkiye bugün bu durumda değildir.

Türk Tezi’nin dayanakları:1-Anadolu 2-Türk Coğrafyası 3-Ortadoğu 4-Ezilen dünya.
İdeolojik planda dayanaklar:1-Milliyetçilik 2- Türklük 3- Üçüncü Dünyacılık 4- Antiemperyalizm
Öncelikle askeri açıdan NATO’ya bağlıdır. Bu, Türk Ordusu’nun Türkiye ve Türkler için bir güvence olmasını zedelemektedir. Bu bakımdan Türk cephesinde bir gedik açılmıştır.
Siyasi açıdan Türkiye Batı kampına mensuptur. ABD ile stratejik müttefiklik ilişkisi ve AB’yle tek taraflı bağımlılık ilişkisi, Türk siyasetinin tümüyle Batı yörüngesinde olmasını getirmiştir. Siyasi bakımdan Türkiye cephesi, Batının cephesi haline gelmiştir.
Ekonomik açıdan, dışa bağımlı modeller, Türk ekonomisini kendine yeterlilikten çıkartmıştır. Türkiye bir savaş durumunda kendi halkını en fazla iki ay besleyebilecek kadar güçsüz bir ülke durumundadır.
Bunun ötesinde ekonomik sistem, ancak yabancı para akışı sayesinde dönebilmektedir. Tüm sektörleriyle ekonomi metropollerin tam bir uydusudur. Ekonomi cephesi Batının çok güçlü olduğu bir alandır. Burada Türkiye’nin potansiyeli çok büyük olduğu için bu cephede, bir “darbe” ile konumlanışı tersine çevirme imkanı vardır.
Kültürel alanda Türkiye, Batı, Hıristiyan ve Yahudi kültürlerinin etkisi altındadır. Kültürün her alanından Türk dışlanmış durumdadır. Bu alanda da Batılılar çok güçlüdür. Ayrıca gerici akımın etkisi, bu cephenin Batcı-gerici bir ittifaka teslim olması anlamını taşımaktadır. Ulusal kültür savaşı için hem Batıcılığın hem de gericiliğin yarattığı tahribatın giderilmesi gerekmektedir.
Türk coğrafyası: Tarihsel ve güncel gerçeklik
Türk Tezı’nin dayanakları
Görüldüğü gibi Türkiye, bu dört alanda da önemli ölçüde Batının tam uydusu haline gelmiş durumdadır. Her uydu gibi, metropolün çekim kuvvetine karşı bir itme kuvveti oluşturarak, yörüngeden çıkartmak mümkündür. Ancak bu yörünge değişikliği için bazı dayanakların olması gerekmektedir.
Türk Tezi’nin dayanakları mevcuttur.
1-Türkler 1000 yıldır Anadolu’dadır. 1000 yıllık Türk hakimiyeti Türk insanı ile coğrafyayı bütünleştirmiştir. Türk insanının toprağına olan bağlılığı Türk Tezi’nin en önemli dayanağıdır.
1000 yıldır Anadolu’dan atılamayan Türkleri bu topraklardan atabilecek bir güç mevcut değildir. Türk insanına, Türk insanının savaşma gücüne, direnme gücüne dayanmak Türk Tezi’nin ana dayanak noktasıdır.
2-Türkiye Cumhuriyeti, Orta Asya’dan Avrupa’ya kadar uzanan Türk coğrafyasının bir parçasıdır. Bu coğrafi alan Türk’ün doğal dayanağı ve sığınağıdır.
Ancak bunu değerlendirebilmek için, Türk coğrafyasının benimsenmesi gerekmektedir. Böyle baktığımız zaman Batı Trakya’dan başlayan Türk toprakları, Anadolu’dan geçerek, Kafkaslar ve Azerbaycan yoluyla Orta Asya içlerine kadar gitmekte, oradan Moğolistan’a ve Sibirya’ya kadar uzanmaktadır.
Bu geniş coğrafya Türklerin 5000 yıllık ata yurdudur. Bu yurtta Türk toprakları sömürgeci Rus metropolünün uydusu haline gelmiştir. Ancak bu uyduluk Türk Birliği bir çekim gücü haline geldiği an bitecektir.
3-Türkiye, Ortadoğu’nun merkezidir. Bu, sadece coğrafi olarak değil tarihi olarak da böyledir. Osmanlı mirası Türkiye Cumhuriyeti’ni Ortadoğu’nun varisi yapmaktadır. Türkler bu topraklar üzerinde manevi bir otoriteye sahiptir.
Bu otorite maddi bir güç haline getirilirse, Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli bir dayanağı olacaktır. Batılı Hıristiyan ve Yahudilere karşı mücadelede, Türkler, aynı zamanda Müslüman halkların savunucusu oldukları zaman bu otorite yeniden kurulacaktır.
Ancak bu otorite artık, çağdaş bir temele dayanmalıdır. Bu temel, Şeriatçılığın dışlandığı, ulus temelli bir antiemperyalizm ve Batı karşıtlığıdır.
4-Tüm dünyada antiemperyalist mücadele ve hareketler Türkiye’nin lojistik dayanaklarıdır. Bu hareketlerle işbirliği ve mücadele birliği geliştirmek Türk Tezi’ni güçlendirecektir.
Burada önemli bir avantaj, Türklerin Batılı ülkeler dahil tüm dünyaya yayılan nüfus gücüdür. Avrupa ülkelerindeki yaklaşık 5 milyon Türk, Türk Tezi’nin birer uç unsurları olarak kullanılmalı, Batılı sisteme orada bir tehdit unsuru oluşturacak şekilde değerlendirilmelidir.
Artan Kürt bölücülüğü ve azınlık ırkçılıkları, Türk nüfusunu sıkıştırmaktadır. Kürtçülük istilacılık şeklinde yayılmakta, Türk nüfusunu eritmektedir. Buna karşı Türk bölgelerde bir Türk seddi kurulacaktır. Kürt istilacılığının yayılma noktası olan, Akdeniz’le Güneydoğu Anadolu’nun birleşme noktasında Türk seddi kurulacaktır. O nedenle Hatay-Adana-Mersin bölgesi ile Antep ve Maraş’tan oluşacak bölge Türk direnme bölgesi olarak belirlenerek burada bir Türk direniş örgütlenmesine gidilecektir.
İdeolojik dayanaklar
Görüldüğü gibi Türk Tezi’nin güçlü dayanakları bulunmaktadır. Ancak bu dayanaklar bugün değerlendirilmediği gibi, bu dayanakların ortaya konulması bile bir türlü kabul edilemez. Çünkü hiçbir emperyalist güç uyuyan dev Türklerin uyanmasını istemez.
Bu konuda hem ABD, hem Avrupa, hem de Rusya ortak hareket ederler. O nedenle Türk Tezi, her tür metropole ve her türden uyduculuğa karşı konumlanır ve bunun mücadelesi yürütür.
Türk Tezi’nin bir de ideolojik dayanakları vardır. Bunlar ise sırasıyla şunlardır:
1-Milliyetçilik
2-Türklük
3-Üçüncü Dünyacılık
4-Antiemperyalizm
Türk Tezi bu ideolojik dayanakları kullanarak kendisini ortaya koyabilir. Bunun için büyük bir ideolojik seferberlik ve mücadele gerekmektedir. Sonuçta uyduluğa karşı mücadele, uydu kafalarla mücadeledir.
Türk Tezi, dört ideolojik dayanak noktasında savunulmalı, kökü dışarda mandacı ideolojilere karşı mücadele edilmelidir. Bugün Türkiye’de pek çok farklı ideoloji mevcuttur. Ancak tüm farklılıklara karşın bu ideolojiler, mandacılıkta birleşirler. Bu nedenle tüm bu ideolojileri kökü dışarda ideolojiler olarak adllandırmak doğru olacaktır.
Türk toprağında güçlü olmak için, liman şehirlerinde denetim kurmak gerekmektedir. Limanlar, hem yabancıların ülkeye giriş noktası hem de bölücülüğün dışarıyla buluşma noktasıdır. Yani hem iç hem dış düşmanı engellemek için liman şehirlerinde güçlü olmak gerekir.
1- Mıllıyetçilik mücadelesi
Türk Tezi’nin en önemli ideolojik dayanağı milliyetçiliktir. Milliyetçilikten anladığımız, Atatürk milliyetçiliğidir, Türk milliyetçiliğidir. Atatürk’ün tarif ettiği şekliyle, ortak tarih, ortak kültür ve birlikte yaşama arzusu, aynı coğrafyadaki halkı millet haline getirir. Bu millet, Misak-ı Milli sınırları içinde bölünemez, ayrıştırılamaz.
Bugün Türk milliyetçiliği çok yönlü bir saldırı altındadır. Saldırının en önemli ayağı, Türk milliyetçiliğini Türk ırkçılığı gibi algılayan, göstermeye çalışan kesimlerden gelmektedir. Böylece Türk kimliği, diğer etnik kimlikleri ezen bir ırk tanımına dönüştürülmektedir.
Oysa Türk, bir ırkı değil milleti simgeler. Türk milletini, etnik parçalarına ayırma planı, esas ırkçı plandır. Bu ırkçılık, Kürt ırkçılığı şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kürt ırkçılığı, Türk milliyetçiliğinin en büyük mücadele hedefidir. Ancak Kürt ırkçılığının bazı ideolojik dayanakları vardır. Kürt ırkçılığı kendisini Türkiyecilik ve halkların kardeşliği gibi hümanist sloganlar ardına gizlemektedir.
Oysa Türkiyecilik de halkların kardeşliği sloganı da, tek bir millet içinde birleşmiş, kardeşten öte tek bir varlık haline gelmiş olan milleti bölme amacı taşımaktadır. Bu argümanları piyasaya süren de Kürt ırkçılığını destekleyen Avrupalı ve Amerikalı emperyalistlerdir. Emperyalistlerin, ezilen ulusları etnik parçalara bölme planının bir yansımasıdır.
Buna özellikle akademik çevrelerden verilen bazı sözde bilimsel desteğin de ortaya konulması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti tek milletten oluşur. Bu millet bir üst kimlik değildir. Oysa bugün Türk bir üst kimliğe dönüştürülerek, Türkiye’nin federasyonlaştırılmasına dayanak yapılmak istenmektedir.
Türk milliyetçiliğinin bu direnişçi yanının dışında özellikle toparlayıcı, birleştirici, organize edici yanının da ortaya konulması gerekmektedir. Kürt ırkçılığının toplumda yarattığı rahatsızlık aşikârdır. Kürt ırkçıları bir yandan, diğer azınlık ırkçılıkları diğer yandan örgütlenmekte, toparlanmakta ve Türkiye’yi bölmeye çalışmaktadır.
Burada Türkiye Cumhuriyeti’nin harcı Türk milletidir. Bu da Türk’ün her tür ırkçılığa karşı kendisini ortaya koymasını, kendi varlığını savunmasını gerektirir. Yükselen bölücü ırkçılığa karşı, birleştirici bir Türk örgütlenmesi ihtiyaç haline gelmiştir. Bu mileltin asıl sahipleri haklarını savunmak için örgütlenecektir.
2- Türklük mücadelesi
Türk Tezi’nin bir dayanağı Türkiye Cumhuriyeti, diğer dayanağı ise Türk coğrafyasıdır. Bu geniş perspektiften baktığımızda, Türk milliyetçiliğinin direniş gücüne bir Türklük şuur ve heyecanını da eklemek gerekir. Türklük, bu geniş coğrafyanın insanlarının, kendi varlıklarının farkına varması, kendi geleceklerini, çıkarlarını düşünmeleri demektir.
Batı Trakya’dan Uzak Asya’ya kadar Türk kökenli halklar, farklı milletleşme süreçlerinden geçmiştir. Bu milletleşme süreci tek bir Türk milleti ortaya çıkartmamıştır. Ancak her bir Türk soylu milleti bağlayan, bu soydaşlık bağı önemli bir bağdır. Bu bağı değerlendirmek Türk Tezi’nin temel yaklaşımıdır. Bu, uyuyan devi uyandırmaktır. Büyük Türk coğrafyası bir Türk uyanışına sahne olmalıdır.
Burada üç tür handikap vardır. Birinci handikap enternasyonal fikirlerdir. Özellikle sol liberal kesimde hakim olan bu enternasyonal saplantılar, Türklerin biraraya gelmesini her zaman için faşistlik ve ırkçılık olarak görmüş ve suçlamışlardır. Bu sözde sol ama özde emperyalist sağ bakış açısı ile mücadele etmek gerekmektedir.
İkinci handikap Türk ırkçılığıdır. Türk ırkçılığı içinse Türk coğrafyası ırki bir devletin vatanıdır. Ancak bu hayalcilikten öte bir şey değildir. Fakat bu hayalcilik, faşist hareketin elinde, şoven bir ırkçılığa dönüşmüştür.
Bu ırkçı anlayış, aynı zamanda, çeşitli emperyalist güçlerin güdümünde kullanılmıştır. Gerek Birinci Dünya Harbi öncesi ve sonrasında Almanya’nın, İkinci Dünya Harbi öncesi ve sonrasında yine Almanya’nın oyuncağı olan ırkçı hareket, 60 sonrası tümüyle Amerikan piyonu olmuştur.
Türklük şuurunun önündeki üçüncü handikap Şeriatçılıktır. Şeriatçı hareket de Türk’ü aşağı bir kavim olarak görür. Arap ırkçılığını yücelten, millet duygusunu da tıpkı Marksistler gibi yoketmeye çalışan Şeriatçı hareket, Türk coğrafyasında bir ayrıştırıcı kuvvettir.
Bu kuvvet de yine, gerek Sovyet Devrimi sırasında, gerek 60 sonrası Yeşil Kuşak projesinde ABD’nin hizmetinde kullanılmıştır. Ve yine hem ABD’nin hem de Rusya’nın en büyük kozu, Türklük şuuruna karşı Şeriatçılıktır. O nedenle Şeriatçı hareket Orta Asya’da Türklüğe karşı mücadelenin ideolojisidir.
Burada Ermenistan’ın konumuna bir göz atmak faydalı olacaktır. Ermenistan, Azerbaycan’a karşı da Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı da hem ABD hem de Rusya tarafından desteklenmektedir. Ermenistan, Türk coğrafyasını tam Türkiye Azerbaycan sınırında bölen kama bir devlet rolü oynamaktadır.
Uyuyan dev Türkler
Buna ilişkin önemli bir belge “Sovyetler Birliği’ne karşı uygulanacak Psikolojik Harp” belgesidir. NATO bünyesinde oluşturulan piskolojik harbin amacı şu şekilde ortaya koyulmaktadır.
Psikolojik savaşın hedef kitlesi Rus olmayan uluslardır, ya da ulusal topluluklardır. Sovyetler Birliği’nin merkezi otoritesi çöktüğü zaman, Rusya’dan başka 16-17 yeni devlet ortaya çıkacaktır. Ortaya çıkacak yeni devletlerden 5-6 tanesi Türk devleti olacaktır. Bunların bulundukları coğrafya stratejik yönden çok değerli ve doğal kaynakları zengindir. Bu devletler, Batıdaki Türkiye Cumhuriyeti ile birleşirse, o zaman “Hitler Almanya’sından ve Stalin Rusya’sından daha tehlikeli bir kuvvet” Batılıların karşısına çıkacaktır.
Bu nedenle şu soru sorulmaktadır: “Büyük bir tehlikeyi yaratmamak ve Türkiye ile doğudaki Türklerin birleşmesini önlemek için alınacak önlemler neler olmalıdır?”
Avrasyacilik: Bir ABD projesi
Avrasya denilen Orta Asya coğrafyası bu bakımdan iki güç tarafından da paylaşılma mücadelesine sahne olmaktadır. Orta Asya Türk coğrafyası, tarihsel birikimi, ticaret yollarını denetimi, zengin enerji ve doğal kaynakları, eğitimli nüfusu ile büyük bir uluslararası güç merkezi olmaya adaydır. Bu potansiyeli gören ABD ve Rusya karşılıklı bir oyuna girişmişlerdir.
ABD, özellikle Fethullahçılığı kullanarak, İslamcı Amerikan Turancılığına oynamaktadır. Böylece Rusya içinde Türk nüfusu içinde etkili olmaktadır. Rusya ise, zaten öteden beri uydusu olan bu bölgede, enerji antlaşmaları ile halen bir adım öndedir.
Fakat iki metropolün de esas kaygısı Türkiye’yi engellemektir. Bunun için Amerikan Psikolojik Harp Dairesi iki akımı kullanmaktadır. Birinci akım, doğrudan Amerikancı bir Fethullahçılıktır. Fakat her Psikolojik Harp gibi, kendi alternatifini de kendisi yaratarak tehlikeli alternatifin önüne geçmektedir.
Bu Amerikan alternatifi Avrasyacılıktır. Türk milletinin ABD’ye tepkisini gören, Türk coğrafyasına ilgiyi gören ABD Psikolojik Harbi, bunun bir Türk Birliği olmasındansa, Rusya’ya eklemlenmesini istemektedir.
Rusya’ya gelince o zaten ABD Psikolojik Harbi’ne göre daha ufak parçalarına bölünecektir. Güçsüz düşürülecek Rusya, parçalanacak Rusya Türk Cumhuriyetleri’ni etrafına toplamış değil sadece Türkiye Cumhuriyeti’nden koparmış olacaktır.
O nedenle Avrasyacılık her ne kadar Rus sömürgeciliğinin bir ideolojisi olarak günümüze kadar gelse de bugün esas işlevi ABD’nin Batı için en büyük tehlike gördüğü Türk Birliği’ni engelleme projesidir.
3-Üçüncü Dünyacılık mücadelesi
Türk Tezi’nin üçüncü önemli ideolojik dayanağı Üçüncü Dünyacı karakteridir. Türkiye Cumhuriyeti, kendisi ile aynı uyduluk kaderini paylaşan tüm ezilen dünya ülkeleri ile ortak bir Üçüncü Dünya’nın üyesidir.
Üçüncü Dünya, sömürge ülkeler arasında kurulan bir bağ olmaktan ziyade, zaten bir bütün oluşturan sömürgeler coğrafyasının ortak kimliğidir. Üçüncü Dünyacılık ise bu coğrafayanın kendi kimliği ile kendisini varetmesidir. O nedenle dışardan değil, içsel bir ideolojidir.
Bugün Üçüncü Dünyacılık özellikle Batıcılığın saldırısına uğramaktadır. Onlara göre sömürgeler zaten geri toplumlardır. Üçüncü Dünyacılık ise bu geri toplumsal yapının ilerlemesine karşı çıkmaktadır.
Oysa sömürge dünya Batıya göre geri değil kendine özgüdür. Bu nedenle Batıya doğru ilerlemek, ilerlemek değil gerilemektir. Sömürge dünya kendini gerçekleştirmelidir. Kendi gibi olmalıdır.
Batıcılıkla Üçüncü Dünyacılık arasındaki bu cepheleşmede, sağcı Batıcı güçlerin imdadına sosyal demokrasi yetişmektedir. Onlar ise, işçi sınıfı politikaları üreterek, tüm dünya işçilerinin kardeş olduğu, ortak çıkarları olduğu tezini öne sürerler. Böylece sömürge dünyanın emekçilerini, Üçüncü Dünyacı değil proleter tepki vermeye çağırırlar.
Oysa Batı işçi sınıfı Batının mensup olduğu sömürgeci kastın içindedir. O kasttan beslenmekte, o şekilde varolmaktadır. Onun maddi çıkarlarını, içinde bulunduğu kast temsil eder. Üçüncü Dünya’nın emekçileri ise, kendi kastının çıkarlarını savunmak zorundadır. Bu ise Üçüncü Dünyacılıktır.
Üçüncü Dünyacılığın bir birleştirici yanı ise, milliyetçiliğin ırkçılığa kaymasına engel olmasıdır. Böylelikle tüm ezilen ulus milliyetçilikleri Üçüncü Dünyacı bir ideoloji içinde ortak düşmana karşı mücadele edecektir. Bu, bir anlamda sömürgeler enternasyonalizmidir.
4- Antiemperyalist mücadele
Son ideolojik mücadele zemini antiemperyalizmdir. Antiemperylalizm en geniş sömürgecilik karşıtı ideolojik temeli sunmaktadır. Burada farklı kampların çıkarlarının çatışması vurgulanmaktadır.
Ancak günümüzde karşılıklı bağımlılık vs tezlerle, emperyalizm çağının bittiği propagandası yapılmaktadır. Bu tezlerin ana kaynağı ise özellekle ABD’de yerleşen sol liberal akademisyenlerdir. Halbuki emperyalizm en saldırgan ve en kan dökücü dönemini yaşamaktadır. ABD’nin son elli yıldır yaptıklarını, daha önceki hiçbir emperyalist kuvvet yapamamıştı.
Çağ değişmediği için tüm sömürgeler dünyasının antiemperyalizmde ısrar etmesi gerekmektedir. Bugün emperyalizm çağının bittiği argümanıyla ortaya çıkan liberal, sosyal demokrat ve Marksist görüşlerle bu anlamda mücadele edilecektir.
Antiemperyalizm, Türk Tezi’nin hayata geçmesi için yedek kuvvetleri devreye sokar. Örneğin dünyanın pek çok bölgesindeki kimi Sosyalist, kimi Şeriatçı hareketlerin, emperyalizme karşı mücadelesi Türk Tezi için hesaba katılacak dayanaklardır. Esas güç buraya verilmediği sürece bu Türk Tezi’ni güçlendirecektir. O nedenle Türk Tezi’nin ana düsturu, emperyalizme darbe vuran, onunla mücadeleye girişen her tür antiemperyalist hareketin desteklenmesi, bunun sonuçlarının da üstlenilmesidir.
İdeolojik karşı saldırı
İdeolojik dayanaklar savunma halinde yeterli dayanaklar değildir, ancak saldırı aracı olarak kullanılırsa gerçek dayanak haline gelirler. O nedenle bu dörtlü ideolojik cephe, bütün halinde, aynı anda ve en radikal haliyle bir saldırı ideolojisi haline sokulmalıdır.
Düşmanına saldırmayan, onunla mücadeleye girişmeyen her ideoloji söner gider. O nedenle ideolojiyi düşmanla mücadele içinde konumlandırmak, mücadele içinde gittikçe radikalleştirmek gerekmektedir.
Burada özellikle, düşmanın her tür saldırısına, savunma psikolojisi ile değil saldırı cesareti ile karşı çıkmak gerekir. Böyle yapıldığında, esas hedef düşman olacaktır. Bırakalım, bu kast sistemini yaratanlar kendilerini savunsunlar, biz mağdurlar değil.
Bunun dışında saldırı ideolojisi, kendi toplumunu ayağa kaldırır ve harekete geçirir. Bunu miskin, uzlaşmacı bir ideolojinin yapma ihtimali yoktur. Kitleleri harekete geçirmekse, savaşın olmazsa olmazıdır.
Postmodern siyasal atmosfer
İdeolojik dayanak noktalarını sağlam tutmanın ve bu dayanakları bir saldırı üssü olarak kullanmanın yanında, toplumsal bilinç ve mantık bozulması ile de mücadele etmek gerekmektedir.
Günümüz siyasal ve akademik atmosferinde mantıklı ve gerçekçi hiçbir şeye yer yoktur. Mantıksızlık ve saçmalık, en fazla rağbet gören şeylerdir. Düne kadar delilik diye elimizin tersiyle bir kenara ittiğimiz teoriler baştacı edilmektedir. Bu, postmodern siyaset atmosferinin görünümüdür. Burada özellikle komplo teoriciliği üzerinde durmak gereklidir. Çünkü komplo teoriciliği bir delilik halini aşmış, emperyalist güçlerin halklara karşı en önemli ideolojik silahı haline gelmiş bulunuyor.
Komplo teorilerini bir kaç noktada özetleyebiliriz. En önemlisi tüm dünyayı Yahudilerin yönettiği teorisidir. Buna göre Yahudiler tüm dünyada gizli örgütler yoluyla ülkeleri yönetmektedir. Mesela Türkiye’de ortaya atılan Sabetaycılık iddialarına göre neredeyse tüm Türkiye Sabetaycı ilan edilmiştir. Onlara göre Türkiye’de kim etkili bir mevkiye gelirse onun kökeninde bir Yahudilik mutlaka vardır. Aynı durum ABD için de geçerlidir. ABD’yi aslında Hıristiyanlar değil Yahudiler yönetmektedir. Hatta bu ABD derin devleti içindeki bir Yahudi şebekedir.
Bu iki örnekte görüleceği gibi gerek ABD gibi bir emperyalist ülke, gerek Türkiye gibi bir ezilen ülke Yahudiler tarafından yönetilmektedir. Durum bu olunca mücadele, metropole karşı değil, onu ele geçiren Yahudiliğe karşı olmaktadır.
Böylelikle ABD Başkanı Bush 11 Eylül’den sonra bir Haçlı Seferi başlattıklarını açıklarken dahi komplo teoricileri bu durumu Yahudi komplosu olarak göstermiştir.
Komplo teorıciliğinin hedefi Cumhurıyet ve Atatürk
Komplo teoricilerinin en önemli bilgi kaynağı ise yine Yahudilerdir. Dünya medya ve iletişim ağını denetleyen Yahudi tekellerden alınan bilgi ve belgelerle dünyayı Yahudi şebekenin yönettiği ispatlanıvermektedir!
Derin devlet ve Yahudi şebekesi teorilerinin Türkiye açısından asıl önemi ise bu teorilerin esas hedefinin Cumhuriyet tarihi ve Atatürk olmasıdır.
Bu Yahudi komplosu teorilerini ortaya atan iki kesim vardır, biri Şeriatçılar diğeri ise sol ve Kürtçü çevreler. Onlara göre Kurtuluş Savaşı diye bir şey uydurmadır. Selanikli Mustafa Kemal ise zaten Sabetaydır. Böyle olduğu zaman Cumhuriyet’in Hilafete ve Osmanlı’ya karşı bir komplo olduğu ispatlanmaktadır.
Bu teoriler ABD’nin Yeşil Kuşak türü militan İslam ve Fethullahçılık ya da Akepecilik gibi Ilımlı İslamcı akımlarına yardımcı olmaktadır. Böylece laik ve antiemperyalist ulus devletler Yahudi komplosu gibi gösterilmekte ve Şeriatçılık güçlenmektedir. Bu, ABD’nin BOP operasyonuna eş zamanda ortaya çıkmaktadır. Yani oyun içinde bir oyun varsa, o oyun bizzat Dünya Kast Sistemi’nin merkezi ABD’den tüm dünyaya yayılmaktadır.
İdeolojıik seferberlik
Bu akımlarla mücadele için de, sömürgecilerle mücadele için de en önemli başlangıç noktası ideolojik seferberliktir. Bu seferberlik, uydu ülkelerde metropolün ideolojik hakimiyetinden kopmayı başlatarak yola çıkmak zorundadır. Bu ise metropole ait her tür kavram ve teorinin reddedilmesini gerektirir.
Ancak reddetme tek başına yeterli değildir. Sömürgecilerin kavram ve açıklamaları reddedildikten sonra, kendi kavramlarımızın inşa edilmesi ve gerçekliğin buna göre açıklanması gerekmektedir.
Burada iki tür yanlıştan da özenle kaçınılmalıdır, bir yanda kapitalizmin modernleşmeci felsefesi, diğer yanda yine kapitalizmin postmodern alternatifi aynı anda reddedilmelidir. Bu ikisine karşı modern ama modernleşmeci olmayan, alternatif ama postmodern olmayan tutarlı, laik, kendine özgü bir felsefe geliştirilmelidir.
Bu, Üçüncü Dünya’nın kafasının metropol gibi çalışmaktan vazgeçmesi demektir. Esas hedef de bu olmak zorundadır.
Bu felsefi duruşun hemen ardından Atatürkçü 6 Ok ideolojisi çerçevesinde fikri bir merkez oluşturarak bu merkezden mücadeleyi başlatmak gerekmektedir.
Dumlupınar Stratejisi
Türk Tezi, görüldüğü gibi stratejik, tarihi, ve ideolojik dayanaklara sahip güçlü bir tezdir. Ancak bu tezi yaşama geçirebilmek için bir stratejiye ihtiyaç vardır. Bu strateji Türk tarihinde mevcuttur: Dumlupınar Stratejisi.
Sıklet merkezi meselesi
Bu anlamda Türk Tezi’ni gerçekleştirmek üzere uygulanacak Dumlupınar Stratejisi bir Türk örgütlenmesi ve Türk önderliği şeklinde tesis edilecektir. Bu Türk merkezi, Türk Tezi’ni hayata geçirmek için gereken tüm önlemleri alacak, tüm hazırlıklara girişecek, hazırlıklar tamamlandığı zaman taarruza geçecektir.
Siklet Merkezi, savaşçı kuvvetlerin en fazla olduğu yerde değil ideolojik merkezde kurulacaktır. Çünkü, gerek emperyalist güçlerle, gerek Şeriatçı iktidar güçleriyle mücadele edecek kuvvetler, harp alanından çekilmişlerdir.
a-Emek güçleri, ekonomik yıkım ve dışa bağlılık süreci içinde çökertilmiş, örgütsüzleştirilmiş, örgütlenmeler işbirlikçileştirilmiş, teslim alınmıştır.
b-Devlet bürokrasisi direnç noktası olmaktan çıkmıştır. Tüm yasal darbeler, bürokrasiyi bir direniş odağı olmaktan çıkartmıştır.
c-Devletin kendini koruma organı olan MGK sivilleştirilmiş, güvenlik kurumu niteliğinden çıkartılmıştır.
d-Ordu güçleri, NATO stratejisi içinde tüm kırmızı çizgilerden çekilmiştir. Yurtsever komutanlara yönelik yıpratma ve emekli etme operasyonu sürmektedir.
e-Üniversite marjinalleştirilmiş, bölünmüş ve toplumdan yalıtılmıştır.
f-Parlamenter muhalefet ABD denetimindedir.
g-Parlamento dışı muhalefet yine dış metropollerin denetimindedir.
Görüldüğü gibi direniş kuvvetlerinin direnme gücü kalmamıştır. Bunun nedeni ise direniş kuvvetlerinin, yanlış ideolojik görüşleridir. Gerek Batıcılığın yarattığı tahribat gerekse alternatif olarak ortaya konulan görüşlerin arkasındaki Amerikan oyunları, bu kuvvetlerin kendi kendilerini bitirmelerine yol açmıştır.
O halde toparlanma, idelojik silkinme ile başlayacaktır. Bu silkinmenin ideolojisi ise 6 Ok ve Atatürkçülüktür. Direniş kuvvetlerini yaratacak olan da, diriltecek olan da sadece ve sadece Atatürkçülüktür.
Bu nedenle siklet merkezi Atatürkçü harekettir. Bu hareket sivil olacak ancak parlamenter oyunlardan uzak duracaktır. Toplumsal bağları kuvvetli olacak ancak bu bağlar Türk örgütlenmesine yönelik olacaktır.
Siklet merkezinin öncelikli görevi, hazırlık ve kuvvetleri organize etmektir. Bu nedenle her tür hayalcilikten ve her tür erken teşebbüsten uzak duracak, zamanı kollayacaktır.
Bu süre zarfında şu hazırlıklar yapılacak ve politikalar hayata geçirilecektir.
1-İdeolojik örgütlenme
Atatürkçülük yeni baştan bir çekim merkezi haline getirilecektir. Bunun için, Atatürkçülüğün mandacılık karşıtı, emperyalizm karşıtı, Üçüncü Dünyacı bir ideoloji olarak tanımlanması ve halka benimsetilmesi gerekmektedir. Siklet merkezinin öncelikli uğraşı bu ideolojik harekatı başlatmak ve yönetmektir.
2-Türk dilinin ve toprağının savunulması
Bu mevzi tutunma mevzisidir.
O nedenle dilde Türkçülük, toprakta devletçilik, önce bir slogan haline getirilecek, sonra mevzi savaşına girilecektir. Bu noktada Türk diline yönelik Batı kaynaklı saldırıya karşı Türkçe savaşı verilecektir.
Türk toprakları ise özellikle Hıristiyan ve Yahudilerin eline geçmektedir. Bilinçli bir toprak satın alma operasyonu başlamıştır. Girit ve Kıbrıs’ta uygulanan taktik uygulanmaktadır. Türk toprağını satın alın yabancılara ve satan Türklere karşı yıldırma mücadelesi verilecektir.
3-Türk bölgelerinde Türk Seddi
Artan Kürt bölücülüğü ve azınlık ırkçılıkları, Türk nüfusunu sıkıştırmaktadır. Kürtçülük istilacılık şeklinde yayılmakta, Türk nüfusunu eritmektedir. Buna karşı Türk bölgelerde bir Türk seddi kurulacaktır. Kürt istilacılığının yayılma noktası olan, Akdeniz’le Güneydoğu Anadolu’nun birleşme noktasında Türk seddi kurulacaktır.
O nedenle Hatay-Adana-Mersin bölgesi ile Antep ve Maraş’tan oluşacak bölge Türk direnme bölgesi olarak belirlenerek burada bir Türk direniş örgütlenmesine gidilecektir.
Türk nüfusunu korumada ikinci önemli bölge büyükşehirlerdir. İstanbul, Ankara ve İzmir’de Türk örgütlenmesi yapılacak, Türklerin ekonomik ve siyasal alanda ağırlıkları arttırılacaktır.
Üçüncü Bölge ise Sivas-Erzincan-Erzurum-Kars hattıdır. Bu hatta Kürt istilacılığının Karadeniz’e çıkışı ve özellikle Ermenilerle birleşmesinin önü kesilecektir.
4-Limanları denetim altına almak
Türk toprağında güçlü olmak için, liman şehirlerinde denetim kurmak gerekmektedir. Limanlar, hem yabancıların ülkeye giriş noktası hem de bölücülüğün dışarıyla buluşma noktasıdır. Yani hem iç hem dış düşmanı engellemek için liman şehirlerinde güçlü olmak gerekir.
Bu bakımdan kritik iki hat vardır. Birincisi güneyde İskenderun ve Mersin Limanları. Bu limanlar hem ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya açılma kapısı hem de Kürt bölücülüğünün denizlere açılma noktasıdır. O nedenle İskenderun-Mersin hattında güçlü durmak gerekir.
İkinci hat Samsun-Trabzon limanlarıdır. Şu an çok ön planda durmasa da ABD’nin Rusya’da girişeceği karıştırma politikasının ilk üssü Kafkaslar olacaktır. Trabzon ve Samsun limanları Kafkaslar’a açılan kapıdır. Bu bakımdan ABD için de Rusya için de stratejik önemi vardır.
Türkiye için ikinci önemi ise Ermeni, Pontus, Gürcü, Laz bölücülüklerinin de bu limanların hinterlandında yerleşmiş olmasıdır.
Bu iki liman hattı, güneyde Akdeniz’de ve kuzeyde Karadeniz’de Türk için direnme hattıdır. Ama burayı şimdilik direnme hattı olarak kullansak bile, Türk Tezi için bu bölgeler, Türk coğrafyasını birleştirmenin limanları olacaktır. Bu perspektif de kaybedilmemelidir.
5-Nüfus politikası
Emperyalist metropoller, uyuyan dev Türkler’i daha da uyutmak için 25 yıldır Türk nüfusunu azaltmak için nüfus planlaması uygulamaktadır. Bu planlama Türk nüfusunun artışını keskin bir şekilde sınırlandırmıştır.
70 milyona ulaşan Türkiye 2050 yılında 100 milyon nüfuslu bir ülke olacaktır. Ancak Kürt bölücülüğünün çoğalma politikası nedeniyle 2050’de Türkler azınlık konumuna düşeceklerdir.
Bu Anadolu’da tutunmak isteyen Türkler için felaketin başlangıcıdır. O nedenle ikili bir nüfus politikası güdülmelidir. Birincisi Türk nüfusun fiilen arttırılması için pozitif bir nüfus planlaması ile nüfus artışının teşvik edilmesi. Bu teşvikin de özellikle Türk Seddi’nin kurulacağı bölgede yapılması.
İkincisi Kürt nüfus artışının sınırlandırılması için nüfus denetiminin uygulanması. Ve yine kültürel asimilasyon politikalarının devreye sokulması ile, Türk milleti içinde kaynaşmanın teşvik edilmesi.
6-Ekonomi politikası
Ekonomide hazırlık iki aşamalı olacaktır. Birincisi Türk ekonomisinin metropol ekonomilerine bağını zayıflatmak, özellikle parasal politikaları engellemek. Bu noktada yabancı tekelleri caydırmanın bir yolu olarak her tür mücadele yöntemi uygulanmalı ve yabancı sermaye Türkiye’den kaçırtılmalıdır.
İkinci hazırlık, Türk ekonomisinin güçlendirilmesidir. Çünkü Türk ekonomisinde de bölücü Kürt hareketi, gitikçe denetim kurmaktadır. Bu denetimin özellikle mafya ayağı çökertilmelidir. Kürt mafyası aracılığıyla Kürt bölücülüğü tüm kritik sektörlere el atmakta ve güçlenmektedir.
Özellikle nakit akışını denetleyen sektörler bugün Kürt mafyasının denetimi altındadır. Buna engel olmak için Türkler bilinçlendirilmeli ve Kürt mafya ekonomisini çökertmek için tedbirler alınmalıdır.
7-Örgütlenme politikası
Türk Tezi’ni hayata geçirecek örgütlenmenin ana halkası, Türklük şuuru ile yoğrulmuş genç nesillere dayanmaktır. Bu nedenle gençliğin Türklük heyecanı ile dolması gerekmektedir. Türklüğü yüceltmek, kendine güveni arttırmak, başarı duygusunu tattırmak belirleyicidir.
Özellikle mandacı Batıcı fikirlerle tahrip olmamış genç beyinler, Türk coğrafyasının ihtiyacıdır. Bu nedenle tümüyle tam bağımsızlıkçı, tümüyle savaşçı bir nesil yaratmak görevimizdir.
Örgütlenme, halkın kendi kendini fikirler etrafında örgütlemesidir. Şemalar ve birimler değil, beyinler ve gönüllerdir esas olan. Bu nedenle, statik örgütlenmelere doğru her zorlayışta biraz daha düşünmek, emperyalistlerin kışkırtmalarından uzak durmak gerekmektedir.
Aslonan siklet merkezinin kurulması, direniş merkezlerinin yaratılması, hazırlık politikalarının hayata geçirilmesidir. Örgütlenme, Dumlupınar günü geldiğinde ihtiyaç haline gelecektir.

Türk oğlu, Türk kızı TÜRK'lüğünü koru !

Başbakan, Apo’yu kurtarmaya çalışıyor
Başbakan Erdoğan’ın “Terör sorunundan bağımsız bir Kürt sorunu vardır” sözü, aslında tam da PKK’nın ne demek istediğinin iyi bir ifadesi. Eğer Kürt sorunu ile PKK sorununu, yani terör sorununu birbirinden ayırırsanız, meselenin nasıl ortaya çıktığı da ortadan kayboluverir.
O halde hemen soralım; PKK’dan önce nasıl bir Kürt sorunu vardı?
Bugün Türkiye’nin Kürt sorunu vardır diye tonlarca laf dökenlerin bu soruya verecekleri bir cevap yoktur, çünkü PKK’dan önce, en azından bir 50 yıl Kürt sorunu diye birşey yoktu bu ülkede. Kürt sorunu, PKK ile, yani terörle birlikte ortaya çıktı. Çünkü PKK terörü, varolduğunu iddia ettiği Kürt sorununu çözmek için başladı.
O halde Başbakan ne demek istediğinin farkında mı?
PKK teröründen bağımsız bir Kürt sorunu varsa ve siz bu sorunu PKK sorunundan ayırarak, demokratikleşme yolu ile çözeceğiz diyorsanız bunun ne anlama geldiğini de açık seçik ortaya koymalısınız.
Bu şu anlama gelir:
1- Türkiye’de Kürtlere demokrasi tanınmamıştır. Bu nedenle Kürt sorunu bir demokratikleşme sorunudur.
2- Kürtler demokrasi istemektedir.
3- PKK, Kürtler demokrasi istediği için ortaya çıkmıştır.
4- PKK terör uygulamıştır ama bunu da demokratik hakların elde edilmesi için yapmıştır.
5- O halde PKK terörünü ortadan kaldırmanın yolu açıktır: Devlet teröre engel olmak için demokratikleşecek, PKK ise demokratikleşmenin önünü açmak için terörü bırakacaktır.
6- Böylelikle Demokratik Cumhuriyet’e gidilecektir.
7- Terörden vazgeçmiş bir terör örgütüne siyaset yolu açmak, onun bir daha teröre başvurmasına engel olacak bir yöntemdir. Bu nedenle PKK’ya siyasi af çıkarılacaktır.
8- PKK terörden vazgeçip siyaset yapacağına göre, PKK’ya bağlı militan güçleri yatıştırmak için bu örgütün elebaşısı da hapisten çıkarılabilir, yani Apo affedilebilir.
9- Böylelikle Türkiye gücünü kanıtlamış olur. Terör örgütünü terörden vazgeçirmiş olur!
Başbakan’ın Türkiye’yi getireceği yer tam da burasıdır.
Başbakan, çok açık bir şekilde PKK’yı siyasallaştırmaya ve Apo’yu hapisten çıkarmaya çalışmaktadır.
Devlet silah bırak demez, teslim ol der!
Kurtuluş Savaşı’na katılanların bölgelere göre oranı
Haritayı büyütmek için tıklayın.
Türkiye’de açıktan Kürtçülük yapamayanların önemli bir tezi Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte verdiğidir. Böylelikle denilmek istenir ki, ülkenin kurtuluşu ve kuruluşuna katılan Kürtlerin hakkı sonradan tanınmamıştır.
Gizli Kürtçülerin diğer propagandaları gibi bu da tümüyle yalandır. Yukarıdaki haritada Kurtuluş Savaşımızda şehit düşen askerlerin hangi askerlik şubesine kayıtlı olduklarını gösteriyor. Hiçbir işgal olmamasına karşın, yani savaşa katılmalarının önünde hiçbir engel olmamasına karşın en az katılım Güneydoğu’dan olmuştur.
Oysa işgal altındaki Marmara ve Ege bölgesinden bile insanlar savaşa katılmıştır. Kaldı ki Kurtuluş Savaşı’na katılmayan Kürtler çıkardıkları isyanlarda bu devleti yıkmak için savaşmaktan ve ölmekten çekinmemişlerdir. Kürt isyanlarında ölenlerin sayısıKurtuluş Savaşı’nda ölenlerin on mislidir!
Terörü engellemenin yolu eğer teröristin istediklerini yapmaksa, doğrusu Başbakan’ın yöntemi en iyi sonuç verecek yöntemdir. Tüm istediklerini yaptıran bir terör örgütü, bu noktadan sonra niye silahlı mücadele versin ki!
Dünyanın her yerinde terörle mücadele, teröristle silahlı mücadeledir. Devlet, kendisine silah çeken teröristlerle savaşırsa devlet olarak kalabilir. Yok eğer kendine silah çeken örgütle silahlı mücadele etmiyor, onu ikna etmeye çalışıyor, onunla pazarlığa oturuyorsa, orada bir devletten değil ancak bir örgütten sözedilebilir. Şu an Başbakan Türkiye’yi tam da böyle bir durumun içine sokmuştur.
Terör, elbette kendisine dayanak olacak belli toplumsal, ekonomik sorunları kullanır. Bunları kullanarak kendi terörünü meşrulaştırmaya çalışır.
Bu durum elbette PKK açısından da geçerlidir. PKK da, kendi terörü için belli bazı gerekçeler ortaya sürmektedir. Başbakan ise, bu gerekçelerin doğru olduğunu kabul etmekte, devlet geçmişte hata yaptı demektedir. O halde, PKK sizin gözünüzde bir meşruiyet, haklılık kazanmış demektir. PKK ile anlaşamadığınız tek nokta, bu haklılığın ifadesi için seçilen yoldur. Şiddetten vazgeçen PKK, her şeyin çözümüdür.
Kamuoyunda kendine aydın diyen PKK yardımcısı ve yatakçısı bir grubun PKK’ya ısrarlı ateşkes çağrılarının altında böylesi bir psikoloji oluşturma güdüsü vardır. PKK, silah bırakılmaya davet edilebilecek, yüce bir örgüt konumuna getirilmektedir.
Oysa PKK silahlı bir örgüt değil terör örgütüdür. Ona en fazla, teslim ol çağrısı yapılabilir. Silah bırak, acziyetin göstergesidir. Nitekim teröristler bu çağrılardan sonra iyice şımarmaktadır.
Tüm Türkiye’ye ve o PKK yatakçılarına da soralım a zaman: PKK silah bırakmazsa ne olur? Bundan kendileri mi zarar görür, Türk devleti mi!
Elbette PKK. PKK zaten yirmi yıldır silah kullanıyor. Silah kullanmak PKK’nın kaybedeceği savaşa devam etmesi demektir. PKK’nın kaybetmesini ve bitmesini istemeyenler, sözde silah bırakma çağrısı ile PKK’yı kurtarmaya çalışmaktadırlar.
Kimse Türkleri ve Türk devletini saf yerine koymaya kalkmasın. O halde biz de PKK’ya şöyle bir çağrı yapalım: Madem Kürtlerin demokratik haklara kavuşmasını istiyorsun, devlet demokrasinin önünde engel olarak seni görüyor, sen devlete teslim ol, devlet de demokratik hakları tanısın!
Ama PKK’nın terörist elebaşıları, silahın kendi güvenceleri olduğunu söylemektedirler. O halde siz demek ki demokrasi için değil, kendi örgütsel varlığınızı korumak için çalışıyorsunuz. Bir de devletin, Türk ordusunun operasyonları durdurmasını istiyorsunuz.
Ama bu komedi çok fazla bu haliyle devam edemez. Bunu Başbakan da anlayacaktır. PKK terörü, silahla bastırılacak, eşkıya gebertilecek ve sorun morun kalmayacaktır. Türk ordusunun da, Türk milletinin de buna misliyle gücü vardır. Görecekler...
Gerçek sorun: Türklerin Kürtleşmesi
Kurtuluş Savaşı’nda savaşmayan Kürtler Cumhuriyet kurulunca Türklerle nasıl savaştı…
Haritayı büyütmek için tıklayın.
İsyan
Tarih
Bölge
İsyancı
Nasturi
28 Eylül 1924
Beştüşşübab
1.000
Raçkoyan-Reman
2 Ağustos/11 Ağustos 925
Siirt-Sason-Silvan
1.000
Şeyh Sait
15 Şubat/31 Mayıs 1925
Diyarbakır-Kulp-Bingöl
3.000
Koçuşağı
7 Ekim/30 Kasım 1926
Ovacık-Hozat-Çemişkezek
500
Bicar
7 Ekim/Kasım 1926
Hani-Lice-Kulp
2.500
Zeylan
4 Temmuz 1930
Tendürek-Erciş
1.000
1. Ağrı
16 Mayıs 1926
Ağrı
200
2. Ağrı
13/18 Eylül 1927
Ağrı
800
3. Ağrı
7/14 Eylül 1930
Ağrı
1.500
1. Tunceli
21 Mart/22 Ekim 1937
Tunceli
1.500
2. Tunceli
1 Haziran/7 Ağustos 1938
Tunceli
4.000
Toplam
17.000
Fakat buraya nasıl geldiğimizi sorgulamamız gerekmektedir. Türkiye bugün bir Kürt sorununu, hem de Başbakanın ağzından ortaya koyuyorsa, bir yerlerde yanlış yapıldı demektir.
Bizce de bir Kürt sorunu vardır, o da Türklerin Kürtleşmesi sorunudur. Cumhuriyet’in ilanından bugüne, bir dönem ivme kaybetse de, Türkler Kürtleştirilmektedir.
Tarihi olgular ve rakamlarla bu durumu ortaya koyalım. Cumhuriyet ilan edildikten dört yıl sonra 1927 yılında nüfus sayımı yapılır. O nüfus sayımında 11 milyonluk Türkiye’nin 1 milyonu Kürtçe konuşmaktadır. Kabaca Türkiye’nin %10’u Kürttür. Bu Kürt nüfusun, yani 1 milyonun yarısı Güneydoğu’da oturmaktadır, kalan yarısı ise tüm Türkiye’ye dağılmış durumdadır. Kürtlerin büyük çoğunluğu Güneydoğu’da yaşamaktadır ama Güneydoğu’nun bile %25’i Türktür.
1924 ile 1938 arasında 16 tane Kürt isyanı çıkar. 1930 Ağrı isyanı devleti çok uğraştırır. İsyan bastırılır ama bölgede yeni bir isyan beklenmektedir. 1932 yılından başlanarak Türk devleti bu mesele üzerine eğilir. Başbakan İsmet İnönü, 1935 yılında Doğu gezisine çıkar. Gezide tespit ettiklerini raporlaştırarak Atatürk’e sunar.
Rapor’da bölgede Kürtlerin hızla çoğaldığı, Türk bölgelerin içine girip Türkleri zorla Kürtleştirdiği, Kürt hareketinin bir istila hareketi halini aldığı, bölgede Türk dayanak noktaları yaratılarak, bölgede hızla bir Türkleştirme seçeneğinin uygulanması önerilir.
Gerçekten de 1927 yılından 1935’e gelindiğinde Güneydoğu’da 206 bin olan Türk nüfus, 228 bine çıkmış, buna karşın 543 bin olan Kürt nüfus 765 bine çıkmıştır. Bu doğum oranları arasındaki farkla açıklanamayacak bir olgudur. Kürtler Türklerin 10 katı artmıştır. Bununsa tek bir sebebi vardır, Türkçe konuşanlar dillerini yitirmekte, Kürtçe konuşmaya başlamakta ve yavaş yavaş Kürtleşmektedir. İşte devlet, Atatürk’ün başında olduğu devlet sorunu böyle ortaya koymuştur.
Bu sorunun çözüm yolu olaraksa nüfus politikası önerilmiştir. Nüfus politikasının bir yanı, Güneydoğu’daki ağa ve şeyhlerin, Batıya iskanı ile bölgede yoğunluğun dağıtılmasıdır, diğer yanı ise özellikle mübadele ile gelen Türklerin bölgeye yerleştirilmesidir.
Bu amaçla iskan kanunu çıkar. Belli ölçülerde sonuç alınır. Nitekim 1965 yılına gelindiğinde toplam nüfus içinde Kürtçe konuşanların oranı %6’ya kadar gerilemiştir.
Emperyalistler Sevr’i Kürtlere uygulattırıyor
Haritayı büyütmek için tıklayın.
Haritayı büyütmek için tıklayın.
Cumhuriyet’ten bugüne Kürtler’in bir istila hareketi şeklinde gelişen nüfus hareketi yukarıdaki haritada görülüyor. Kırmızı renkli bölgeler, Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerle göçtüğü ve nüfus yapısını kendi lehlerine değiştirdiği bölgeler. Bu haritayı emperyalistlerin Sevr haritası ile karşılaştırdığımızda aynı bölgelerin 80 yıl öncesinde de emperyalistler tarafından paylaşılan ve Türkiye’den kopartılan bölgeler olduğunu görürüz. Kısacası emperyalistler Sevr hayallerini Kürtlere gerçekleştirtmektedirler. Fakat görülen o ki Sevr’i yırtan Ankara merkezli Milli Mücadele’den ders alan emperyalistler bu defa Ankara’yı es geçmemişler ve Kürtleri yoğun bir şekilde Ankara’ya göç ettiriyorlar. Kürt göçünün masum bir ekonomik ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünen gözlerin iki haritayı bir kez daha incelemelerini tavsiye ederiz.
Fakat 1960’lı yıllarda hızlı sanayileşme ve kentleşme ile birlikte işler yeniden tersine dönmeye başlar. Kürtçülük bir akım olarak ortaya çıkar. Büyük şehirlere ve Batı’ya akan Kürtler hemen hemen tüm bölgelerde Türklerin içinde erimek ve kaynaşmak yerine, Türklerin içinde ayrı adacıklar oluşturmaya, zamanla Türkleri tehdit etmeye ve etkisiz hale getirmeye başlarlar. Vanlılar, Diyarbakırlılır, Muşlular vs. hemşehri dayanışması gibi başlayan örgütlenme, Kürt istilacılığının başlangıcını oluşturur. Bugün tüm Batı kentlerinde, Türk’ün kafasında bir kılıç gibi sallanan Kürt tehdidi işte budur.
Tehdidin çok daha önemli bir boyutu ise kültüreldir. Kürtler, özellikle Doğu ve Güneydoğu’da Türk köylerini kuşatır ve Kürtleştirir. Zayıf Türk köyü dirençsizdir. Bunu bilen Kürtler, zor yoluyla Türk köylerini istila ederler. Devlet ise buna ancak seyirci kalır.
Şehre gelen Kürt önce şehir hayatının çok dışındadır. O varoştaki zavallıdır. Türkler, memur ve işçi iken onlar ancak seyyar satıcıdır. Fakat şehirde kalma hakkı bulan Kürt derhal dayanışma grubunu oluşturur. Aynı şehirliler birbirine sırt çıkar. Böylece kentler, Kürt kabadayıların eline geçer.
İş kabadayılıkla bitmez. Bu kaba güce dayanarak, ticaret sektörüne el atarlar. Türk, işçi ve memur olarak ancak sabit gelire talim ederken Kürt, inşaattan giyime, yemekten finansa tüm ekonomik alanlarda hızla sermaye birikimi yaratır. Böylece şehir Kürtleşmeye başlar.
Kürt istilasında bir üçüncü yol ise Aleviler üzerinden etkileşimdir. Güneydoğu’nun Batıya açılan, Malatya, Erzincan, Sivas, Tokat, Maraş gibi Alevi yoğunluklu şehirlerde Kürtler Aleviler üzerinde hızla tesir ederler. Böylece geçiş bölgesinde de Kürtleşme yaşanır.
Bugün Türkiye’nin hem köyleri, hem şehirleri, hem de geçiş bölgeleri Kürtleştirilmiştir. Böyle bir noktada ortada bir Kürt sorunu, hele hele demokratikleşme sorunu olmadığı açıktır. Sorun, Türk nüfusun baskı altına alınması ve eritilmesidir. O halde çözüm, Türk’ün Türklüğünü koruması olmalıdır.
Türkoğlu Türklüğünü koru
Bugün PKK terrü ile mücadelede en önemli nokta budur. PKK, Kürtleşmeden güç almaktadır. Türkler Türklüğünü korursa PKK zayıf düşecektir. Bu ise askeri değil toplumsal bir çözümü gerektirir. Türk, kendi sorununu kendisi çözecektir.
Bunun için ilk başta yapılması gerekenlerse şunlardır.
1- Her Türk, alışverişini mutlaka Türkten yapmalıdır. Kürde aktarılan para PKK’ya maddi destek demektir. Türk, bu maddi desteği kesmezse, hem Türklerin mali gücü olmayacaktır, hem de Kürdün altında ezilecektir
2- Her Türk, Türkçe konuşmalıdır. Bunu da İstanbul şivesi ile konuşmalıdır. Dil varsa millet vardır. Ancak şehri istila eden Kürtler kendi dillerini hakim kılmaktadır. Bunlarla temas içinde Türkler de şivelerini bozmakta, Türkçe konuşsa bile adeta Kürt şivesiyle Türkçe konuşmaktadır.
TV’lerdeki Kürt dizilerinin, Kürt müziğinin, her adım başı Kürtçe müzik çalan barların, kasetçilerin, minibüslerin ortasına düşen Türk ister istemez lisanını yitirmektedir.
Buna direnmek için:
Türk, Kürt dizisi izlemez. Kürtçe müzik dinlemez. Kürtçe müzik çalan barlara gitmez. Kürtçe konuşulan minibüse binmez. Kürtçe kaset satan dükkandan alışveriş yapmaz.
3- Türk, ancak modern şehir hayatında kendini ifade edebilir. Türk medeniyeti, köyden gelen etkilere kapatılmalıdır. Köy, her halükarda Kürtçülüğün yaşam alanıdır.
Yıllarca İstanbul’da Sivaslı, Erzincanlı, Malatyalı, Tokatlı Alevi kitlenin yarattığı köy ortamı, Kürtçülüğü güçlendirmiştir. Türk’ü saza mahkum eden köylü kafası, bugün şehirleri Kürt kültürüne teslim etmiştir.
4- Türkler, yemeklerine sahip çıkmalıdır. Türk’ün damak tadı, Kürt yemekleri ile yer değiştirmektedir. Türk’ü kebaba, lahmacuna mahkum eden anlayışla mücadele edilmelidir. Yemek, kültür savaşının bir parçasıdır. Mc Donaldslar ne kadar tehlikeli ise Kürt mutfağı da o kadar tehlikelidir.
Başka kültürlerin yemeklerini yiyen kültürler asimile olur. O nedenle Türk, Türk mutfağına sahip çıkmalı, başka şeyler yememelidir.
5- Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenokan’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır.
Not: 30 Ağustos Zafer Bayaramı dolayısıyla asılan afişlerde şu ifade vardı: Türk ordusunun kışlası milletinin yüreğidir!
Çok doğru, Türk ordusu o zaman kışlana dön!

Kanla arınırdık Kanla kirleniyoruz

“Beşeri alçaklıklar karşısında feryatları kanlar değil şuurlar koparır. Kan konuşmaz...Nazım Hikmet
Dünyanın en büyük şehit mezarlığı bizim ülkemizde.
On binlerce evladımızı gömdük Çanakkale’ye kefensiz, mezar taşsız.
Hiçbirine üzülmedik, ağlamadık.
Övündük, gurur duyduk sadece onlarla.
Bir kısmı daha üniversitedeydi, eğitimlerini bıraktılar yarıda ve ölüme koştular, sınıf sınıf, fakülte fakülte...
Üniversiteler mezun veremedi o dönem, çünkü öğrencileri kalmamıştı.
Futbol takımları, sahaya çıkıp asker selamı vermedi, asker selamını siperde verdiler ve öldüler.
Maçlar 11 kişiyle oynanamadı o yıl...
Televizyon daha icad olmamıştı, ölüm haberleri gitmezdi evlere, ölmeyen geri dönerdi, dönmeyenler ölmüş demekti.
Dünyada Çanakkale kadar kanla sulanmış bir toprak parçası yoktur.
Ama o kan kurtarmıştır vatanımızı.
Vatanımızdan önce insanımızı.
Yüzyılların boyun eğmişliğine, acizliğe, suskunluğa, çaresizliğe verilmiş bir yanıttır Çanakkale.
Dökülen kan, bir milleti temizlemiş, arındırmış, yeniden millet haline sokmuştur.
Dökülen kan bu anlamda toprağa kan akıtmak değil, geride kalanlara kan vermektir.
Onların verdikleri kanla kalanlar yaşadılar.
O nedenle bu kanın kıymetini bildiler.
Şehitlerden alınan o kanla bu millet arınıp ayağa kalkmış, Kurtuluş Savaşı’nı vermiştir.
....
Çanakkale’nin üzerinden neredeyse 100, Kurtuluş Savaşı’nın üzerindense 90 yıl geçmiş.
10 milyonluk nüfus 7’ye katlanmış, 70 milyon olmuş.
Telsiz direklerinin yerini internet, televizyon hatları, demiryollarının yerini hava alanları almış.
Artık haber anında alınıyor.
Önce bir haber geçiyor altyazıyla televizyonda, “Gabar Dağı’nda teröristlerle girilen bir çatışmada ....”
Sonra internette “flaş” haber olarak veriliyor.
Ertesi gün gazetelerde bir haber: “Şehitlerimiz....”
Sonra uçakla getirilen bir cenaze, camide toplanmış insanlar, haykıran insanlar, gözyaşlarını tutamayan komutanlar, ne olduğunu anlayamayan bebeler...
Acı.
Bir günlük acı.
Sonra askerimizi şehit eden teröristleri yakalama çabaları.
Büyütülen, genişleyen operasyon.
Kuşatılan dağ.
....
Tam 23 yıldır hep aynı gerçekle yaşıyoruz.
23 yılda şehit olan askerimiz 6 bini geçmiş.
6 bin şehit bizi kendimize getirememiş.
Hayat hep kaldığı yerden devam emiş.
Şehit haberleri ise hayatımıza verdiğimiz bir “acı arası” sadece.
Sorarsanız hepimiz çok üzülüyoruz.
...
Sonra Meclis kürsüsüne kadar çıkmış bir PKK’lı terörist utanmadan konuşuyor: Bu kan dursun, acılar dinsin.
Sonra o teröristin kumanda ettiği aydınlar her gün bir başka “barış” bildirisi hazırlıyor.
Sonra o teröristin partisinin belediye başkanı öldürülen terörist için ambulans gönderiyor.
Sonra o ambulansı gönderen belediye başkanı teröristin cenaze törenini düzenliyor.
Sonra o cenazede imam “şehitlerine” dua ettiriyor.
Sonra...
Sonra...
Bunları da iziliyoruz aynı televizyonlardan.
...
Sonra o teröristlerin aileleri toplanıyorlar bir kaç bin kişiyle, Türk Ordusu’nun aylardır “geçeceğiz, geçiyoruz, geçeriz” deyip de bir türlü geçemediği sınırı geçiyor, Türk Ordusu’nun “gireceğiz, giriyoruz, gireriz” deyip de giremediği Kandil Dağı’na giriyor.
Ve açıklıyor.
Evlatlarımızı vuramazsınız, biz onların canlı kalkanıyız.
...
Sonra yeni bir şehit, yeni bir cenaze, yasa gömülmüş feryat figan bir hane.
Sonra “kanları yerde kalmayacak” sözleri.
Sonra...
Sonrası yok; aslında hep aynı.
Kim öldürüyor evlatlarımızı aslında, teröristler mi biz mi!
23 yıldır evlatlarımızın kanı hep akıyor da durduramıyorsak...
Ve sonra evlatlarımızın kanının nafakasını vermek için bir de televizyondan açık artırma bir bağış kampanyası düzenliyorsak...
Sonra da biz ne büyük milletiz, nasıl da birlik olduk diye böbürleniyorsak...
Cenazeler hep mahallemize geliyor da, bir gün olsun bunca alie toplanıp, çocuklarımızın vurulduğu dağa çıkıp, gelin bizi de vurun diyecek cesareti bulamıyorsak...
Hep ağlıyorsak ama ağlamanın aslında susmak demek olduğunu itiraf edemiyorsak...
Her gün şehit cenazesi kaldırmanın, bu cenazeleri kaldıranlara ne büyük bir onursuzluk yüklediğini, omzumuzda taşıdığımızın şehitlerimizin tabutu değil de bu onursuzluk olduğunu, o nedenle tabutun bu kadar ağır olduğunu duymuyorsak...
Şehitlerimizin akan kanı, bu vatanı da, onları da temizler ama biz geride kalanları, biz geride izleyenleri, biz geride susanları, biz geride bir şey yapamayanları sadece kirletir...
Çanakkale’de akan kanla arınan bir millet, şimdi Güneydoğu’da akan kanla kirleniyor...
Kirleniyoruz...
Kirleniyoruz...
Kirleniyoruz...

Özerklik ve çift dil Anayasal suç BDP'yi kapatın !

Bağımsız Kürdistan geliyor!
Türkiye Kürt meselesinde çok önemli bir yol ayrımında.
Bugüne kadar "demokrasi", "insan hakları", "eşitlik", "kardeşlik", "bir arada yaşam", "çökkültürlülük" gibi palavraların arkasına gizlenen bölücü talepler, uygun ideolojik ve siyasal ortamın oluştuğu düşünüldüğünden olsa gerek, artık rahatlıkla dillendiriliyor.
PKK ve Meclis'teki siyasi uzantısı BDP, "Demokratik Özerk Kürdistan Modeli" adı altında bağımsız Kürt devletinin inşa sürecini ilan ettiler bile.
Demokratik Toplum Kongresi'nin (DTK) son toplantısında açıklanan "Demokratik Özerk Kürdistan Modeli" taslağında açıkça kendi dili, kendi bayrağı ve kendi parlamentosu olan bir Kürt devletinden bahsediliyor.
BDP'li milletvekillerinin "iki dilli yaşam" talebinden sonra şimdi sırada "iki bayrak", "iki parlamento", "iki millet", "iki devlet" talebi var.
Kimileri, bugüne kadar, bu gerçekliği ifade edenleri "bölünme paranoyası"na kapılmakla suçlasa da, gelinen noktada PKK ve siyasi uzantılarının tek hedefinin Türkiye'yi bölmek ve bir Kürt devleti kurmak olduğu artık tartışmaya yer bırakmayacak kadar net.
Kürt meselesinin tarihsel gelişimi içinde değerlendirildiğinde de zaten Kürt taleplerinin basit birer kültürel talep olarak başlayıp süreç içinde bu taleplerin kazanımlar elde ederek ilerletilmesine dayandığı görülecektir. PKK terörü ile geçen otuz yıllık dönemde Kürt hareketi bu stratejiyi büyük bir ustalıkla uygulamaya koydu. "Kültürel ve demokratik haklar" adı altında başlatılan kampanya bugün özerk bir Kürt devletinin kuruluş ilanına kadar geldi, dayandı.
Özerk Kürdistan'dan sonraki aşamanın Bağımsız Kürdistan olacağı da gün gibi ortada.
DTK toplantısından çıkan sonuç bildirgesinde şöyle deniliyor: "Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi Türkiye Cumhuriyeti parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dahil olur. Demokratik Özerk Kürdistan kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollerle sahiptir... Kürtçe'nin kamusal alanda kullanımı önündeki engeller kaldırılarak, ana okuldan üniversiteye kadar eğitim dili haline getirilmesi sağlanmalıdır. Demokratik Özerk Kürdistan'da resmi dil Türkçe ve Kürtçe olmalıdır. Hizmet dili Kürtçe olmalı, yerleşim yerlerinin orijinal isimleri iade edilmelidir..."
DTK bildirgesi son derece açık. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde özerk bir Kürt devletinden bahsediliyor. Bahsedilen Özerk Kürdistan kendi bayrağı ve sembolleri olan ve aynı zamanda kendi parlamentosu da bulunan neredeyse bağımsız bir devlet.
Bildirgede ayrıca "öz savunma gücü" adı altında bir nevi alternatif polis örgütlenmesinden bile bahsediliyor ki bu da özerklik denilen şeyin aslında üstü örtülü bir bağımsızlık anlamına geldiğini gösteriyor.
PKK'nın taleplerine bakıldığında da özerklik ya da bağımsızlık arasında çok bir fark olmadığı görülüyor. Açıkça söylemek gerek; özerklik ya da bağımsızlık, adına ne derseniz deyin, her iki durumda da Türkiye fiilen bölünecek, Misak-ı Milli sınırları yıkılacak, üniter ve ulus devlet yapısı ortadan kalkacak ve sonuçta fiilen bir Kürt devleti kurulacaktır.
Kürdistan Kürtlerin, Türkiye ortak vatan!
PKK ve Meclis’teki siyasi uzantısı BDP, “Demokratik Özerk Kürdistan Modeli” adı altında bağımsız Kürt devletinin inşa sürecini ilan ettiler bile. Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) son toplantısında açıklanan “Demokratik Özerk Kürdistan Modeli” taslağında açıkça kendi dili, kendi bayrağı ve kendi parlamentosu olan bir Kürt devletinden bahsediliyor.BDP’li milletvekillerinin “iki dilli yaşam” talebinden sonra şimdi sırada “iki bayrak”, “iki parlamento”, “iki millet”, “iki devlet” talebi var. Kimileri, bugüne kadar, bu gerçekliği ifade edenleri “bölünme paranoyası”na kapılmakla suçlasa da, gelinen noktada PKK ve siyasi uzantılarının tek hedefinin Türkiye’yi bölmek ve bir Kürt devleti kurmak olduğu artık tartışmaya yer bırakmayacak kadar net.
Ancak Kürtlerin sadece özerk ya da bağımsız bir Kürdistan'la yetinmeyeceklerinin ipuçları da ortaya çıkıyor.
PKK uzunca bir süredir bağımsız Kürt devletinin yanı sıra bütün Türkiye üzerinde de hak iddia eden bir politik çizgi içinde.
Doğudan Batıya yönelen Kürt istilası ve Kürt nüfusunu artırmaya yönelik nüfus politikalarının sonucunda artık sadece Doğu ve Güneydoğu'da değil, Türkiye'nin her yerinde PKK destekçisi bir Kürt nüfus yaratılmış durumda.
PKK şimdi bu Kürt nüfusa dayanarak ikili bir strateji uygulamaya koyuyor. Bu strateji içinde Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu'su "Bağımsız Kürdistan" adı altında Kürtlere ve PKK'ya bırakılacak, Türkiye'nin geri kalan kısmı üzerinde ise Kürtler, Türklerle birlikte söz sahibi olacaklar!
DTK bildirgesinde de bu stratejinin hayata geçirilmek istendiği görülüyor: Kürdistan Kürtlerin vatanı, Türkiye'nin geri kalanı ise ortak vatan olarak tarif ediliyor.
Kürt ukalalığı işte bu kadar gemi azıya almış durumda. Sen kalk Türk vatanı üzerinde ayrı bir devlet kuracağım de, bir de bununla yetinmeyip Türkiye'nin geri kalanı üzerinde de hak iddia et!
BDP ve DTK: PKK'nın sivil uzantıları
BDP lideri Selahattin Demirtaş ise DTK'nın bir sivil toplum örgütü olduğunu ve kendileriyle bir ilgisinin bulunmadığını söylemektedir. Ama aynı Demirtaş kendisi dahil bütün BDP yöneticilerinin neden DTK toplantısında hazır bulunduğunu izah edememektedir.
Kaldı ki aynı Demirtaş DTK'nın sonuç bildirgesini desteklediğini ve "Türkiye'nin 20-25 bölgeye ayrılması gerektiğini" de açıklamış bulunuyor.
Demirtaş'ın ilgimiz yok dediği DTK'nın eşbaşkanları ise kapatılan DTP'nin siyasi yasaklı isimleri Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'tur. Demirtaş ve BDP, yeni bir kapatma davasıyla karşı karşıya kalmamak için böyle bir manevra yapmakta ve bölücü taleplerini BDP aracılığıyla dillendirmek yerine şimdilik DTK'yı kullanmaktadırlar.
Ancak DTK, BDP, KCK, adına her ne derlerse desinler ortada tek bir PKK örgütünün bulunduğunu ve bütün bu paravan örgütlerin sonuçta PKK demek olduğunu gizleyemezler.
BDP'nin sadece ve sadece PKK'nın sivil uzantısı olduğu, BDP'li milletvekilleri ve belediye başkanları dahil tüm bu siyasi örgütlerin KCK adı altında PKK'nın devlet yapılanmasına bağlı olduğu alenen ortada. Bütün bu yapının başında ise herkesin bildiği üzere Apo var. Zaten BDP'liler de her fırsatta "muhatap Öcalan'dır" diyerek Apo'yu işaret ediyorlar.
Apo ise İmralı'dan, avukat görünümündeki örgüt elemanları aracılığıyla hem Kandil'deki terör yuvasını, hem de Meclis'teki PKK hücresi BDP'yi kontrol etmektedir. BDP'li milletvekilleri ve belediye başkanları da KCK aracığıyla doğrudan Apo'ya bağlıdırlar. Öyle ki KCK'nın temizlik görevlisi statüsünde Diyarbakır Belediyesi'ne soktuğu PKK militanları, belediye başkanı Osman Baydemir'i KCK adına sorgulamakta ve yine KCK adına kınama cezası verebilmektedir.
Baydemir bir açıklaması ile Apo'nun şimşeklerini üzerine çekince de hemen belediye meclisinden bir PKK militanı, Apo'nun talimatı ile Baydemir'in yanına eşbaşkan olarak atanmaktadır.
BDP'yi hemen kapatın yoksa...
Bütün bunlar BDP'nin siyasal bir parti olmayıp doğrudan PKK terör örgütünün uzantısı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu bile tek başına BDP'nin kapatılması için yeterli bir sebeptir.
BDP'li milletvekillerinin Meclis'te Kürtçe dayatması ve Özerk Kürdistan talepleri ise Anayasa'nın 3. maddesinin açıkça ihlalidir.
BDP açıkça, hem Siyasi Partiler Kanunu'nu çiğnemekte hem de Anayasa'nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerini ortadan kaldırmak için faaliyet yürütmektedir.
Nitekim Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da BDP'nin bu faaliyetlerini ve DTK ile arasındaki organik ilişkiyi görmüş ve kapatma davası için bir inceleme başlatmıştır.
BDP'nin kapatılması artık bir yasal zorunluluk haline gelmiştir. PKK'nın sözcüsü konumundaki BDP'li vekiller derhal görevden alınıp tutuklanarak KCK davasına dahil edilmeli, BDP'li belediye başkanları ve diğer PKK yöneticileri ile birlikte yargılanmalıdırlar.
Ancak tek başına bir kapatma davası da yeterli olmayacaktır. Türk devleti büyük bir ayaklanma hazırlığı içinde olan Kürt hareketini, bütün unsurlarıyla birlikte tasfiye etmek için bir an önce harekete geçmelidir.
Bu aynı zamanda toplumsal barışın ve ülkedeki huzur ortamının korunması için de bir zorunluluktur, çünkü; BDP'nin şimdiye kadar sineye çekilen pervasız girişimleri çok büyük bir etnik çatışmanın ve toplumsal parçalanmanın önünü açmak üzeredir. Türkiye'nin kırmızı çizgileri ve sinir uçları çiğnenmektedir ve hukuk devreye girmezse, buna cüret edenler dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olacaklardır.
AKP Türkiyesi: PKK değil, Türk Ordusu terörist!
PKK ve BDP'nin açıkça ayrı bir Kürt devletinden bahsedecek kadar ileri gidebilmesinde en büyük pay hiç kuşku yok ki AKP iktidarınındır.
AKP'li Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin BDP'lilerin "iki dilli yaşam" ve "federal yapı" önerileri üzerine önce göstermelik bir tepkide bulunmuş ama hemen arkasından Selahattin Demirtaş'ı makamında kabul edip gönlünü almıştır. Şahin ve Demirtaş'ın Mecliste Kürtçe konuşulmaması üzerinde vardıkları mutabakat ise sadece artan gerilimin düşürülmesi ve muhtemel bir milli tepkinin dizginlenmesi içindir. Bu danışıklı dövüş içinde Kürtçe TBMM çatısı altında fiili bir yasallık kazanmıştır ve kısa bir süre sonra da normalleştirilecektir.
Bülent Arınç'ın hükümet adına Meclis kürsüsünden BDP'lilere Kürtçe olarak "Allah sizden razı olsun olsun" diye seslenmesi, BDP'li Sırrı Sakık'ın da yine Kürtçe olarak "Allah sizden de razı olsun sayın bakan, Meclis'te Kürtçe konuştuğunuz için." şeklindeki cevabı bahsettiğimiz bu Kürtçeyi Meclis çatısı altında normalleştirme siyasetinin açık bir örneğidir. Adımlar "iki ileri bir geri" şeklinde alıştıra alıştıra ve sindirerek atılmaktadır. Tıpkı Kürt açılımının zamana yayılarak topluma kabul ettirilmeye çalışılması gibi.
AKP'nin her türlü toplumsal tepkiye rağmen ısrarla üzerinde durduğu ve geri adım atmadığı "Kürt açılımı" politikasının sonuçları ise ortadadır. Tayyip'in Diyarbakır'da yaptığı "Kürt sorunu vardır" açıklamasıyla başlatılan sürecin sonunda Türkiye artık bölünmeyi konuşmaktadır. Ve aynı Tayyip geçtiğimiz hafta Muş'ta "inkâr politikalarına son verdik" diyerek "açılıma devam" mesajı vermektedir.
Abdullah Gül'ün "Kürt sorununda iyi şeyler olacak" derken ne kastettiği de şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Türkiye AKP iktidarı altında, Apo'nun talimatları ve Tayyip-Gül ikilisinin hamiliğinde Kürt devleti resti ile karşı karşıyadır.
AKP'nin sekiz yıllık iktidarı döneminde PKK ile değil, Türk Silahlı Kuvvetleri ile mücadele edilmiş, devletin istihbarat olanakları ile MİT ve Emniyet gibi kurumlar sadece ve sadece Türk Ordusu'nu yıpratmak ve tasfiye etmek için seferber edilmiştir.
Bununla da yetinmeyen AKP iktidarı, terörle mücadele eden, hatta Apo'yu paketleyerek Türkiye'yi getiren Türk subaylarını adeta öç alırcasına hapse tıkmıştır.
Teröristbaşı Apo ise İmralı Adası'ndaki istiratgâhında el üstünde tutulmakta, terör şebekesini buradan idare etmesine ses çıkarılmayıp bir de muhatap alınarak müzakere masasına oturtulmaktadır.
AKP hukukunda ne idüğü belirsiz ve kanıtlanamamış darbe girişimleri ile Türk Ordusu sözde "Ergenekon terör örgütü" ile ilişkilendirilmeye çalışılırken, otuz yıldır dağlardaki binlerce teröristi, Meclis'teki temsilcileri ve belediye başkanı kılığındaki militanları ile Türk milletine savaş açan bölücü terör örgütü PKK, demokratik yaşamın vazgeçilmez bir unsuru haline getirilmiştir.
Bugün, Ergenekon tertibinde "hükümete karşı komplo" kurmakla suçlananlar üç yıldır kanıtsız ve uydurma suçlamalarla hapiste tutulurken, "demokrasi" ve "düşünce özgürlüğü" adı altında ayrı dil, ayrı bayrak, ayrı meclis talepleriyle "Türk devletine komplo" kuran PKK'lılar ellerini kollarlına sallayarak bölücülük yapabilmektedirler.
AKP'nin yarattığı Türkiye'dir bu; PKK değil, Türk Ordusu terörist olmuştur!
Güneydoğu'yu haritadan sileriz!
PKK'nın Özerk Kürdistan dayatması açık bir isyan çağrısıdır.
Ancak isyana kalkan bölücü güruh, cumhuriyet tarihinin ayaklanmalar kadar bu ayaklanmaların bastırılmasının da tarihi olduğunu hatırlamalıdır.
Koçgiri'de, Şeyh Sait isyanında, Dersim'de, dış destekli bu filmi defalarca seyrettik. Sonuç hep aynı oldu: isyanlar bastırıldı, isyancılar asıldı.
Türkiye'nin direnç noktalarının uzun süredir tahrip edildiği, savunma reflekslerinin kırıldığı, milli gururun ayaklar altına alındığı bugünkü siyasal iklime bakıp kimse hayal peşinde koşmasın.
ABD arkamızda, AKP yanımızda, bu kez rövanşı alırız yanılgısına düşmesin.
Siyasetin aciz kaldığı, hukukun işlemediği, sözün bittiği yerde millet ortaya çıkar. Bir Mustafa Kemal gelir, isyancıları darağacına yollar, Güneydoğu'yu da haritadan siler, bilesiniz!

TMMOB ve Türk meslek örgütlenmesinde kürtçü değişim sinyalleri

Ülkemizde meslek kuruluşlarının Anayasal tanımı
Bu yazıda; Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu (DDK) Başkanlığı'nın, "Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşlarının Teşkilat ve Mali Yapıları, Denetimleri, Organlarının Seçimlerine Dair Esasların Değerlendirilmesi ile Bunların Etkin ve Verimli Şekilde Hizmet Yürütmelerinin ve Geliştirilmesinin Sağlanması Amacıyla Alınması Gereken Tedbirler" başlıklı (C. Boyalı, H. Sak, İ. H. Sayın, F. Ceceli, M. İlhan, M. A. Özkılınç ve E. Candan'dan oluşan bir Komisyon mârifetiyle hazırlanmış olan) ve 28.09.2009 tarihli, 2009/6 sayılı "Araştırma ve İnceleme Raporu" temel alınarak, TMMOB ile ilgili bazı gözlemlere değinilecektir.
Rapor, ülkemizde, 1982 tarihli Anayasa'nın 135. maddesi kapsamında kanunla kurulan meslek kuruluşları olan "kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları"nı, tarihsel düzlemde incelemekte, bu kuruluşların bugünkü toplum ve devlet yapımızda oynamakta oldukları rolleri açımlamakta ve bunların içinde bulundukları kimi darboğazları târifleyerek, küreselleşme çağının isterlerine göre bazı reform önerileri ve çıkarımlarında bulunmaktadır.
Anılan meslek kuruluşları, çeşitli bağlamlarda; "sivil toplum kuruluşu", "hükümet dışı kuruluşlar", "baskı/çıkar grupları", "yarı resmî devlet kurumları", "meslek örgütleri", "meslek birlikleri", "meslek odaları", "meslek kuruluşları", "meslekî teşekküller", "kitle meslek kuruluşları", "demokratik kitle örgütleri", "kamu meslek kurumları", "kamu meslek kuruluşları", "kamu kurumu niteliğindeki özerk anayasal kuruluşlar", "meslekî kuruluşlar", "meslek odaları ve birlikleri", "oda, borsa ve birlikler" gibi farklı kavramlarla da tanımlanabilmektedir.
Ancak esas itibarıyla, kavramın, işçi ve işveren sendikalarını ve 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu ve özel bazı kanunlar gereği kooperatif statüsünde kurulan kooperatif, birlik ve üst kuruluşlarını kapsamadığı kabul edilmektedir.
1982 Anayasasının 135. maddesi iki tür kuruluştan söz etmektedir: Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve kamu kurumu niteliğindeki meslek üst kuruluşları… Anayasa'ya göre, bu kuruluşlar "(..) belli bir mesleğe mensup olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, meslekî faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlâkını korumak maksadı ile kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu tüzelkişilikleridir."
Anayasanın 135. maddesi kapsamına giren 18 adet meslek kuruluşu/meslek üst kuruluşu bulunmaktadır. Ülkemizde, 17 kuruluş/üst kuruluş ve 5.000'e yakın yerel düzeydeki kuruluş, bu kapsamda faaliyet göstermektedir. ("Rapor", ss. 198-199)
Dünya üzerindeki çeşitli tarihsel ve toplumsal geçmişlerden gelen insanların sosyal, ekonomik, siyasal, dinsel, kültürel ve meslekî ve benzeri çeşitli örgütlenmelere giderek, bireysel/grupsal/toplumsal belli ihtiyaçlarını karşılama süreçleri ve etkinlikleri çerçevesinde, kimilerince "devletçi", "merkezci" ve/ya da "kamusal" yönleri ağır basan, kimilerine göre de "sivil", "yerel/yerinden" ve/ya da "özel/bireysel" tarafları baskın özellikli kimi "meslek kuruluşları" ortaya çıkmışlardır. Bu iki öbeğin dışında da bazı ara formlar olabilmektedir. Dolayısıyla, çeşitli uluslardaki meslek örgütlenmelerine bakarken, onları oluşturan tarihsel, ekonomik, siyasal, sosyal ve teknik/teknolojik temellerdeki farklılıkların ayırdında ve bilincinde bulunmak gereği vardır.
Türklerde meslek birliğinin tarihçesi
Ülkemizde de, kadîm Türk uygarlık tarihi boyunca gelişmiş olan ve Selçuklu İmparatorluğu dönemindeki "Âhi Birlikleri"nden başlayarak, 600 yıllık bir uzun ömre sahip Osmanlı İmparatorluğu döneminden geçerek, (19. ve 20. yüzyıl başındaki) Tanzimat, I. ve II. Meşrutiyet dönemleri ve nihâyet 1923'ten itibaren de büyük Atatürk önderliğinde kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti döneminde serpilip gelişen, (zaman zaman da duraklayan ve hâtta gerileyen) bir meslekî örgütlenme tarihimiz bulunmaktadır.
Türklerin toplum (ve bunun alt-örgütlenmeleri olan meslekî toplum/topluluk) düzeni; Batılıların köleci, feodal ve bunların ortak ürünü olan kapitalist toplum biçimlerinde olduğu gibi, hem yönetenleri, hem de yönetilenleri, kendilerine olduğu kadar insanlığa da yabancılaştıran ve şiddetin esas alındığı bir düzen olmayıp, "Batıda yönetilenlerin yöneten için, Türklerde ise, yönetenin yönetilenler için var olduğu" ilkesi çerçevesinde, Şevket Süreyya Aydemir'in de (Suyu Arayan Adam kitabında) altını çizdiği gibi, "çağlarca içinde yaşanılan yayla ve ordu yaşamının ortaya çıkardığı toplumsal bir buyurum (komuta) ve disiplin düzeninin her şeyin üstünde olduğu" bir düzen anlayışına dayanır. (Metin Aydoğan, "Türk Uygarlığı" (2. Basım), İzmir: Umay Yay., 2006, ss. 65-67.)
1960'lı yıllardan itibaren (50 yıldır) temas içerisinde olduğumuz ve 2000'li yıllarda kendimizi daha da büyük bir siyasî ivme ile üyesi olmaya adadığımız Avrupa Birliği hukuku ve müktesebatında, örgütlenme özgürlüğü meselesi, ülkelerin uluslar arası normlarla kayıt altına alınmış olan iç hukuk sistemlerinin önemli bir parçası olmasına rağmen, geliştirilmiş ortak bir meslekî örgütlenme modeli, henüz yoktur.
Bu çerçevede, ülkemizin (de) meslekî örgütlenme örüntüsü, kendine has tarihsel gelişim süreci içerisinde ve ulusumuzun özgün, ulusal ve mutasavver gelecek senaryoları paralelinde oluşacaktır.
Rapor'a göre: "Türkiye'de sivil toplum örgütleri gerek sınırlayıcı yasal düzenlemeler ve kaynak yetersizlikleri (kaynak yetersizliği tüm meslek kuruluşları bakımından geçerli değildir) gerekse zihniyet problemleri yüzünden yeterli ölçüde işlevsel olamamakta ve gerekli başarıyı gösterememektedirler. En önemli zaaf ise, ideolojik tutumların ön plana çıkması ve belirleyici olmasıdır. Faaliyetlerin yürütülmesinde etkinliği ve verimliliği sağlayacak yapı ve mekanizmaların oluşturulamaması da bir diğer eksiklik olarak ortaya çıkmaktadır." (s. 406)
Cumhuriyet dönemi gelişmeleri
Türkiye'de âhi birlikleriyle başlayan, daha sonra lonca/gedik teşkilâtına dönüşen meslekî örgütlenme, Osmanlı'nın son dönemleri ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde çağdaş anlamda cemiyet/dernek veya oda şeklinde örgütlenen bir yapıya kavuşmuştur. Bu çerçevede, özellikle anayasal değişikliklere bağlı olarak meslek kuruluşlarının örgüt yapısı ve faaliyet alanları ile birlikte hukukî niteliklerinde de sürekli biçimde değişimler/gelişmeler meydana gelmiştir. Bu nedenle, 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları dönemlerinde kısmen de olsa değişik düzenlemelere rastlanmaktadır. 1924 Anayasası'nda dernek (cemiyet) kurma tabiî bir hak ve hürriyet olarak düzenlenmiş olup (md. 70) ve bu hakkın serbestlik sınırının kanunla belirleneceği (md. 79) hükme bağlanmıştır. Böylece ülkemizde dernek kurma hakkı (örgütlenme hakkı), anayasal güvence altına alınmıştır. (s. 157)
Cumhuriyet döneminde, 1925 yılında kabul edilen 665 sayılı "Ticaret ve Sanayi Odaları Kanunu" ile ticaret ve sanayi odalarına kamu tüzel kişiliği verilmiş, tüccar ve sanayicilere odalara üye olma zorunluluğu yüklenmiştir.
Yine Cumhuriyet döneminde olmak üzere, ülkemizde mühendislik ve mimarlık faaliyetlerinin tanımlanmış meslekler olarak resmîleşmesi doğrultusundaki ilk adımlar 1927 yılında atılmıştır. Bu yıl kabul edilen "Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Kanun", Cumhuriyet yönetiminin bu alana ilişkin ilk düzenlemesidir. Gerekli yetkinliğe sahip olmayan, yetkisiz kişilerin mühendislik ve mimarlık unvanını kullanarak iş görmelerini engellemek, söz konusu mesleklere olan rağbet ve itibarı geliştirmek gibi gerekçelerle hazırlanan bu Kanun, 1938 yılına kadar uygulanmıştır. Bu alana ilişkin ikinci düzenleme, 1938 yılında kabul edilen 3458 sayılı "Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Kanun"dur. (‘Rapor'a ‘Ek', s. 321)
1940'lı yılların ortalarından itibaren "Türk Yüksek Mimarlar Birliği" ve "Türk Yüksek Mühendisler Birliği" adlı derneklerce mimarlık/mühendislik alanlarındaki meslekî örgütlenmeye ilişkin olarak başlatılan tartışma, yeni bir yasal düzenleme yapılmasında etkili olmuştur.
TMMOB'un kurulması ve işlevi
27 Ocak 1954 tarihinde kabul edilen 6235 sayılı "Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanunu" (04.02.1954 tarihli ve 8625 sayılı R.G. ile) yürürlüğe konulmuştur. Mühendislik ve mimarlık mesleklerinin örgüt yapısında köklü değişiklikler öngören bu Kanun'la, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği'nin (TMMOB) kurulması hükme bağlanmıştır. 6235 sayılı Kanun'un yürürlüğe girmesiyle, 1954 yılında yapılan Genel Kurul'la meslek odaları ve TMMOB kurulmuştur. Böylece, Cumhuriyet'in kuruluşundan, hatta Osmanlı döneminden 1954 yılına kadar cemiyet / dernek çatısı altında örgütlenen mimar ve mühendisler; meslek odaları ve bunları da içeren birlik çatısı altında örgütlendirilmişlerdir. ("Ek", s. 322)
6235 sayılı Kanun, 1959 yılında münferit bazı değişikliklere konu olmuştur. Nihâyet Kanun'da, 1982 Anayasası'nın kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına ilişkin olarak öngördüğü yeni yapı doğrultusunda yürürlüğe konulan kanun hükmünde kararnamelerle, 1983 yılında önemli değişiklikler yapılmıştır.
TMMOB ve bağlı odaların işlev, işleyiş ve amaçları, üyelerinin, organlarının görev ve yetkileri; 6235 sayılı Kanun'a istinaden hazırlanan ve 02.11.2002 gün ve 24954 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan "Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Ana Yönetmeliği" ile düzenlenmiştir. Birlik ve odaların yönetim ve işleyişine ilişkin esas ve usuller ise, odaların kendi çalışmaları sonucu çıkardıkları özel yönetmelikleriyle belirlenmiş bulunmaktadır.
Birlik, merkez teşkilâtı ile bağlı odalardan oluşmaktadır. Kuruluşunda 10 odası ve yaklaşık olarak 8.000 üyesi bulunan TMMOB'nin, 31.12.2008 tarihi itibarıyla 23 odası ve toplam olarak ise 342.996 üyesi bulunmaktadır. ("Ek", s. 327)
TMMOB çalışmalarını; 23 oda, bu odalara bağlı 190 şube ve 40 İl Koordinasyon Kurulu ile sürdürmektedir. Aynı tarih itibarıyla, oda ve şubelere bağlı olarak; 16 Bölge Temsilciliği, 606 İl Temsilciliği, 273 İlçe Temsilciliği, 11 İrtibat Bürosu, 23 Mesleki Denetim Görevlisi, 2 Üniversite Temsilciliği, 3 Şirket Temsilciliği, 3 Dış Ülke Temsilciliği, 57 Oda Temsilcisi ve 83 Temsilcilik olmak üzere, toplam 1.267 birim bulunmaktadır. TMMOB'ye bağlı odalara, 70 kadar farklı mühendislik, mimarlık ve şehir plancılığı disiplininden mezun olan mühendis, mimar ve şehir plancısı üyedir. ("Ek", s. 328)
1982 Anayasası'nın öngördüğü yeni yapıda, TMMOB ve mimar/mühendis odaları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu olarak tanımlanan tüzel kişiliğe dönüştürülmüşlerdir. 6235 sayılı Kanun'a yapılan ("Ek Madde 3" (KHK/66 – 19.04.1983)) ilâveyle, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği üzerinde, Bayındırlık Bakanlığı'nca; ihtisas dallarına göre, odalar üzerinde ise ilgili bakanlıklarca, idarî ve mâlî denetim yapılacağının öngörülmesi, anayasal düzlemde denetim türünden bir önemli değişikliktir. ("Ek", ss. 323-324) Farklı uzmanlık odalarıyla "ilgili (ve yetkili) Bakanlıklar", Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile tespit edilecek olmalarına rağmen, arada geçen bu kadar yılda bu işlemin yapıl(a)mamış olması, sorgu ile karşılanması gereken önemli bir hukukî eksiklik olarak göze çarpmaktadır. ("Ek", s. 358)
Ayrıca, Kanun'da yapılan bir diğer değişiklik ("Ek Madde 4" (KHK/66 – 19.04.1983) (Değişik 1. fıkra (18.06.1997 kabul tarihli) 4276 sayılı Yasa)) ile, "amaçları dışında faaliyet gösteren Birlik ve odaların sorumlu organlarının görevlerine son verilmesine ve yerlerine yenilerinin seçilmesine, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın veya bulundukları yer Cumhuriyet Başsavcılığı'nın istemi üzerine, o yerdeki asliye hukuk mahkemesince basit usule göre yargılama yapılarak karar verilir ve dâvâ en geç üç ay içinde sonuçlandırılır. Görevlerine son verilen organların yerine en geç bir ay içerisinde yenileri seçilir." Bu madde ile ilgili olarak da, şimdiye kadar, herhangi bir soruşturma ya da işlem tesis edilmemiştir.
"Rapor"a göre, TMMOB ve odaları tarafından, hemen hemen her alanda çeşitli dâvâlar açılmaktadır. "39. Dönem Çalışma Raporu"nda bu konu şöyle açıklanmaktadır: "Birlik tarafından açılan dâvâlar yalnızca meslek alanlarımızla sınırlı kalmamış, toplumun tüm kesimlerini doğrudan ilgilendiren konularda da dâvâlar açılmıştır." 39. dönemde açılan ve/ya da önceki dönemden gelen dâvâlar arasında, örneğin, şunlar sayılabilmektedir: Rekabet Kurulu aleyhine Rekabet Kurulu'nun 22.01.2002 tarih ve 02-04/40 sayılı kararı ile 1997/6 sayılı Tebliği'nin iptâli ve yürütmenin durdurulması istemiyle Danıştay 13. Daire'de açılan dâvâ; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı aleyhine İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği'nin bazı maddelerinin iptâli istemiyle Danıştay 10. Dairesi'nde açılan dâvâ; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı aleyhine, "Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Uygulama Yönetmeliği'nde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik"in bazı maddelerinin iptâli istemiyle Danıştay 10. Dairesi'nde açılan dâvâ; Başbakanlık aleyhine "Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ve Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik"in muhtelif maddelerinin ve eklerinin iptâli istemiyle Danıştay 5. Dairesi'nde açılan dâvâ; Adalet Bakanlığı aleyhine "Ceza Muhakemesi Kanununa Göre İl Adli Yargı Adalet Komisyonlarınca Bilirkişi Listelerinin Düzenlenmesi Hakkında Yönetmelik"in bazı maddelerinin iptâli istemiyle Danıştay 8. Dairesi'nde açılan dâvâ; Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı aleyhine Belediye Encümeni'nin 1594 sayılı 29.12.2005 tarihli para cezasını içeren kararla ilgili olarak Ankara 2. Sulh Ceza Mahkemesi'ne yapılan itiraz; Başbakanlık aleyhine Bakanlar Kurulu kararıyla Cargill Tarım A.Ş. lehine serbest bölge kurulmasına dair Bakanlar Kurulu Kararı'nın iptâli istemiyle Danıştay 10. Dairesi'nde açılan dâvâ; Çevre ve Orman Bakanlığı aleyhine "6831 Sayılı Orman Kanunu'nun 2nci Maddesinin (A) Bendine Göre Orman Sınırları Dışına Çıkarılacak Yerler Hakkında Yönetmelik"in iptâli için Danıştay'da açılan iptâl dâvâsı; Başbakanlık aleyhine "İpekyolu Vadisi Serbest Bölgesinin Yer ve Sınırlarının Belirlenmesi ve Kurulup işletilmesine Dair Karar"ın yürürlüğe konulmasına ilişkin 12.03.2007 tarih ve 2007/12340 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı'nın iptâli istemiyle Danıştay'da açılan dâvâ ve benzerleri…("Ek", ss. 387-390)
TMMOB ve "Demokratik hak ve özgürlükler" mücadelesi
Yine "Rapor"da da belirtildiği üzere, TMMOB ve bağlı odaların bir başka türdeki etkinlikleri arasında, miting gibi kitlesel etkinliklere katılma (ya da düzenleme), önemli bir yer tutmaktadır. TMMOB tarafından, bu tür etkinlikler "Demokrasi, Hak ve Özgürlükler Mücadelesi" olarak görülmekte ve Birliğin misyonu kapsamında değerlendirilmektedir. Birlik, kitlesel etkinlikler konusundaki yaklaşımlarını şu şekilde açıklamaktadır: "Mühendis-mimar hareketi, 1960'ların ortasından itibaren, kendi sorunlarının temelinde; ülkemizde uygulanan dışa bağımlı politikaların olduğunu, demokrasinin evrensel ilkeleri yaşama geçirilmeden halkın temel sorunlarına çözüm bulunmayacağını, barışın demokrasi sorununun öncelikli konusu olduğunu görmüş ve emekçi sınıfların hayatın her alanında birlikte verecekleri tutarlı ve aktif mücadeleye inanmıştır. O günlerden bu yana, TMMOB çalışmalarının da temel ilkeleri bağımsızlık, demokrasi, barış ve insan hakları olmuş, birçok etkinlik doğrudan ya da dolaylı olarak bu eksende gerçekleştirilmiştir." ("Ek", s. 391)
Ek olarak ifâde edilmelidir ki, 2000'li yıllarda daha fazla görünürlük kazanmış bulunan ve yurdumuzun Doğu ve Güneydoğu'sunda yoğunlaşan kimi etnik hareketlenmeler ve hâtta bölücü terörist eylemlerle kendisini dışlaştıran topluluk gösterilerinin, özellikle kimi TMMOB Yönetim Kurulu üyelerince yapılan resmî konuşmalarda bile, anlayışla karşılanarak, "kimlik ve hak arama mücadelesi" olarak sunulmasına da, giderek daha fazla oranda tanık olunmaktadır. Örnek olarak, TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı, son yaşanan gelişmeler üzerine 14 Aralık 2009 tarihinde bir basın açıklaması yapıp, şöyle konuşmuştur: "Türkiye tehlikeli bir süreçten geçiyor. Kürt sorununun çözümünde şiddetin bir yöntem olarak benimsenmesi, en son Seher'imizin, Aydın'ımızın ve 7 askerimizin ölümüne yol açmış, belediye otobüslerine ve işyerlerine molotof kokteylleri atılması gibi eylemlerle terör gündelik yaşamın öğesi olmuştur. Kürt sorununun zaten gergin bir zeminde bulunuşu ve bu sorunun ele alınışına ilişkin yanlışlıklar üzerine yaşanan bu gelişmeler, toplumsal tepki farklılaşmalarını artırmış bulunmaktadır. Diğer yandan DTP'nin kapatılmasının, sorunu siyasi kanalların dışına doğru yönlendirdiği açıktır. İnsanımızın yaşamına yönelik son yaşanan eylemler ve DTP'nin kapatılması sonrasındaki gelişmeler olağan tepki boyutlarını aşmış, en son İstanbul'da görüldüğü gibi artık silahlar ve satırlar devreye girmiştir. Bu gidiş çok tehlikelidir. Türkiye'yi bir iç savaşa sürükleyebilecek, Türk-Kürt kardeşliğini temelden sarsabilecek bir yarılmaya yol açacak özelliğe sahiptir."
Yine bu çerçevede olmak üzere, bu yıl, 27-30 Mayıs 2010 tarihlerinde yapılmış bulunan TMMOB 41. Olağan Genel Kurulu Sonuç Bildirgesi'nde, şu şekilde bir paragraf kaleme alınmıştır: "Türkiye'nin en önemli sorunu olan Kürt sorunu bütün yakıcılığıyla gündemdeki yerini korumaktadır. Kürt sorununun bugüne kadar çözülememiş olması ülkemizde çok ciddi ve derin tahribatlar yaratmıştır. Ekonomisi zayıf olan Türkiye'nin yüz milyarlarca dolar kaynağı çatışmalı sürece aktarılmıştır. Binlerce köy boşaltılmış, milyonlarca insan yerinden-yurdundan ve dolayısıyla üretimden koparılarak şehirlerin varoşlarında açlık ve sefaletle karşı karşıya bırakılmıştır. Bunun yanında, kırk binden fazla insanımızın yaşamına mal olan bu çözümsüzlük sürecinde, gençlerimizin yaşamlarını yitirmeye devam ediyor olması, hepimizin yüreklerinde derin yaralar açmaktadır. Kürt sorunundan kaynaklı çatışmalar ülkemizin ekonomik kaynaklarını tükettiği gibi, halklar arasında kardeşlik duygularını da zedelemektedir. (..) AKP siyasî iktidarının demokratik açılım paketi, bölgede 30 yıla yakın yaşanan silahlı çatışmaları ve şiddeti bitiremediği gibi Kürt sorununu çözebilecek bir yaklaşıma da sahip değildir. Bölgede siyasal, kültürel, toplumsal ve ekonomik haklar sağlanmadan, sanayileşme, yatırım ve istihdam yaratılmadan çözümün gelmesi zor görünmektedir. (..) 14 Nisan 2009 tarihinde başlayan ve 24 Aralık 2009 tarihinde gerçekleşen tutuklamalarla devam eden operasyonlarda, halkın demokratik iradesiyle, çok yüksek oranlarda oy alarak seçilmiş belediye başkanları, siyasetçiler, demokratik kitle örgütü temsilcileri kelepçelenmiş (..) ve akabinde tutuklanmışlardır. Operasyonlar kapsamında tutuklananların arasında, çeşitli dönemlerde TMMOB içerisinde görev almış olan 9 üyemiz bulunmaktadır. (..) Sorunun siyasi çözümünün tartışıldığı bir ortamda, 1500 siyasetçinin tutuklanması ise askeri çözüm arayışının son bulmadığının en açık göstergesidir."
41. Genel Kurul Sonuç Bildirgesi'nde, yukarıda kimi görüşlerine değindiğimiz DDK Raporu da eleştirilerek, bu "Rapor"un, "TMMOB örgütlülüğüne siyasi iktidar eliyle yapılan bir saldırı" olarak tanımlandığı göze çarpmaktadır.
AKP'nin alternatif meslek birliği kurma çabası ve Kürtçüleşen TMMOB
Şimdi, DDK Raporu'nun, AKP Hükûmeti siyaseti gereği olarak, TMMOB örgütlülüğüne karşı bir alternatif (siyasî) örgütlenme yaratmak amacı, açık seçik ortadadır. Ancak, şu andaki TMMOB üst yönetim kadrolarının, bir (Türk) kamu (ulusal) kuruluşu olarak örgütlen(diril)miş olan mühendis-mimar ve şehir plancısı teknik kadroların üst düzey meslekî örgütü olan TMMOB'ni, DDK Raporu'na karşı çıkışlarını da araçsallaştırarak, bir etnik (Kürt) siyaseti oluşturma ve/ya da güdümleme merkezine dönüştürme çabaları ve amaçları da, aynı açıklıkta olarak, sırıtmaktadır… Bu durum, hiçbir şekilde, demokratikleşme sloganı altında saklanamaz, kabul edilemez ve olası gidişat, olağan demokratik seçim mekanizmaları ile önlemezse, tehlikeli bir siyasî mücadelenin daha, bu kez de, Türk teknik ve aydın kadroları arasında parlamasına ya da patlamasına sebep olabilir…
TMMOB'daki Kürtçüleş(tir)me faaliyetlerinin, 1998 yılında gerçekleştirilmiş olan "TMMOB Demokrasi Kurultayı"ndan sonra hız kazandığı görülmektedir. Nitekim, anılan Kurultay'ın 20. Maddesinde değinilen "Birliğin adındaki ‘Türk' ifadesinin ‘Türkiye' olarak değiştirilmesini' savunan etnikçi görüş, 41. Genel Kurul çalışmaları çerçevesinde de gündeme getirilmiş ve şu şekilde tekrar savunulmuştur: ‘Ülkemiz çok uluslu, çok dilli, çok dinli olmanın zenginliğini taşıdığı halde on yıllardır, şovenist politikalarla tek tipleştirmeci mantık çerçevesinde bu zenginlik görmezden gelinmiştir. TMMOB; 1998 yılında yapılan genel kurulunda, ülkemizde yaşayan bütün yurttaşların temsiliyetinin yansıtılmasını sağlamak için isminde bulunan ‘Türk' yerine ‘Türkiye' kelimesinin yazılmasının kararını almıştır. TMMOB'nin kararın gereğini yapmasını ve yasal sürecin tamamlanması için çalışma yürütmesini öneriyoruz."
Görüldüğü gibi, Türk teknik kadroları ve aydınları arasına bırakılan bir etnikçi bombanın fitili ateşlenmiştir. "Gereği" beklenmektedir. Türk milletinin bilinçli teknik ve aydın kadrolarına bu aşamada düşen görev, "demokratikleşme" kisvesi altında kucağına bırakılan bu bombayı, en kısa zamanda etkisiz hâle getirmektir. Yoksa yarınki "Türkiye demokrasisi", korkarız, "Sevr kökenli Türk'süz Anadolu ve Büyük Ortadoğu Projesi"ne dönüşme potansiyeli ve riski taşımaktadır.
TMMOB, Türk'tür ve Türk kalacaktır…