Bediüzzaman'a saygı

Leonardo da Vinci'nin Türk annesi
"Haberi okuyup bitirince derin bir ‘Oohh' çekerek arkama yaslanıp ellerimi ensemde birleştirerek koltuğa yayıldım.
Çok mutluydum, çünkü o bir Türk'tü!
Türk olmasaydı şaşardım ve zaten yıllardan beri bu duruma şaşırıp durmaktaydım. Şaşırdığım şeyin sizlerin de zihninde asılı kalan bir sual olduğuna adım gibi eminim; mesele şuydu: Nasıl oluyordu da biz Türklerin -bizzat- katkısı olmaksızın İtalya'da bir Rönesans hareketi başlatılabiliyordu? Konunun milletlerarası politikayı ilgilendiren kısmını hepimiz okullarda öğrenmiştik: Eğer biz İstanbul'u fethetmemiş olsaydık Ortaçağ'ın kapanıp Yeniçağ'ın açılacağı filan yoktu. Biz buradan İstanbul'da yaşayan şair, sanatçı, heykeltıraş, mimar, ressam takımını ürkütüp İtalya'ya kaçmaya mecbur etmemiş olsaydık, İtalya'da bir ‘Renaissance' hareketinin başlaması mümkün olmayacaktı vb..."
Bu satırlar Zaman gazetesi yazarı Turan Alkan'ın.
Adını daha önce duymamışlar için hatırlatalım; "Bediüzaman" Said-i Kürdi'nin devamı Fethullah'ın müridi bir yazardır kendileri...
Dalga geçerek verdiği haber ise Leonardo da Vinci ile ilgili çıkan bir haber.
Haber hemen hemen tüm gazetelere çıktı; bu yeni bilgiye göre İtalyan ressam ve dahi Leonardo da Vinci'nin annesi, sonradan İtalya'ya köle olarak götürülen Katerina adlı bir köylü kadındır. Azeri kökenlidir, İstanbul'dan İtalya'ya gitmiştir. Da Vinci ise yıllar sonra annesinin izlerini sürmek için Türkiye'ye ve Azerbaycan'a gelmiştir.
İşte bizim Turan Alkan'ın dalga geçtiği haber bu.
Ama bu haber Türklerin araştırmalarına dayanmıyor, tersine Kanadalı ve İtalyan uzmanların araştırmaları bu yönde. Nitekim konuyla ilgili bir de roman yazılıyor, romanın yazarı da Robin Maxwell adlı bir Batılı.
O halde sorgulamamız gereken Batılıların bile bulmaktan çekinmediği, bulduklarını söylemekten kaçınmadığı bu "Türk izi" neden bir Türk yazarı rahatsız eder?
Bu, Turan Alkan gibilerin ortaokul düzeyindeki tarih bilgisiyle yani cahillikle açıklanamayacak kadar derin bir konudur.
Bu, apaçık bir biçimde Türk'ün Türk'e düşmanlığının, Türk'ün Türk'ü küçümsemesinin, Türk olandan rahatsızlığın bir yansımasıdır.
Bu gibilere göre, Türkler medeniyete katkısı olmayan bir göçebe topluluktur ve üstelik hiçbir şey yaratmadıkları gibi her şeyin de Türk olduğunu iddia ederler.
Türkler böyle olunca Turan Alkan gibilere de hiçbir şeyin Türk'e ait olamayacağını Türklere anlatmak düşmektedir.
Vazifeleri, Türk'e Türk'ün kötülüğünü propaganda yapmaktır.
Bediüzzaman El-Cezeri
Gelgelelim, bugün dünya oldukça değişmiştir ve bilimin her alanındaki "Türk izleri" artık saklanamamaktadır. Bizim Turan Alkan gülse de Rönesansın kökeninde gerçekten de Türk katkısı vardır.
Örneğin Amerikalı bir bilim tarihçisi, Boğaziçi Üniversitesi'nde ders de veren John Freely, Türkçe'de "Alaaddin'in Lambası" adıyla çıkan kitabında şu satırları yazıyor:
"El Cezeri'nin içlerinde Leonardo da Vinci'nin sözünü ettiği konik vananın da bulunduğu bazı icatları, ileriki dönemlerde Batıda yeniden ortaya çıkmıştır. Bunlardan pompalar ve su çıkarma aygıtları gibi bazıları belli bir iş yapmak için kullanılırken bir kısmı da süs ya da eğlencelikti. Küçük, renkli çizimleri olan çeşmeler, müzik kutuları, su saatleri ve çeşitli bilmeceli kaplar sonuncu gruba girer."
Freely'nin söz ettiği isim, El Cezeri adıyla bilinen, Arapça Al-Jazari olarak tanınan, tam adı Ebu'l-İzz İsmail b. er-Rezzaz el Cezeri olan ve günümüzden tam 800 yıl önce yaşamış olan bir Türk bilimadamıdır.
El Cezeri'nin bir de lakabı vardır Bediüz-Zaman olarak bilinir!
İşte Turan Alkan gibi "Çakma Bediüzzaman"ın müridi olanlar Türkleri aşağılarken, bu "Gerçek Bediüzzaman"ı bilen Batılılar ise, ister istemez Rönesans biliminin kökenindeki Türkleri bulmakta ve ortaya çıkartmaktadır.
Cizre'de bir Türk
Kimileri gülüp geçse de Leonardo’nun bazı çizimleri kendisinden 250 yıl önce yaşamış El Cezeri’de aynen bulunmaktadır. Yine aynı şekilde Leonardo’nun anatomi çizimleri de İbni Sina’dan başlayarak pek çok Türk tıpçıda zaten bulunmaktadır. Leonardo’daki bu Türk etkisini Amerikalı bilimadamı John Freely de tespit etmektedir. El-Cezeri’nin orijinal kitabının Türkçe açıklamalı çevirisi de Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmıştır.“1001 İcat” kitabında Türkler de dahil pek çok Müslüman bilmadamının dünya bilim ve uygarlık tarihine olan katkıları ayrıntılı bir içimde aktarılmaktadır.
Peki kimdir bu El Cezeri ve önemi nedir?
El Cezeri, bugünkü Cizre sınırlarında yaşayan Selçuklu Türklerinin Artuklu beyliğinin Sökmenoğullarından gelen bir Türk bilimadamı ve mühendistir.
Selçuklu Türklerinin Anadolu'ya yerleşmesinden sonra Artuk Bey, Diyarbakır yöresine gitmiş ve orada Artuklu Beyliği'ni kurmuştur.
1098 tarihinden Akkoyunlu hakimiyetine geçene kadar Diyarbakır, Mardin, Urfa, Halep gibi bölgeler bu Artuklu Beyliği'nin hakimiyetinde kalmıştır.
İşte bu dönemde yaşayan El Cezeri, Artuklu sarayının himaye ve desteğinde çağını aşan mekanik robotlar tasarlamış ve bunları çalıştırmayı başarmıştır.
El Cezeri, günümüze kadar ulaşan "Olağanüstü Mekanik Araçların Bilgisi Hakkında Kitap" adlı eserinde kendisini ve Artukluları şöyle tanıtmaktadır:
"Ben Diyarbekir Sultanı el-Salih Nasirüddin ebu'l Feth Mahmud bin Muhammed bin Karaaslan bin Davud ibn Sukman bin Artuk'un, Tanrı onu, istedikleriyle birlikte korusun, hizmetindeyim. Bu, hükümdarlık ona geçmeden önce, babasının ve kardeşinin, (Tanrı ruhlarını korusun), dönemindeki hizmetimin bir devamıdır. Bu süre başlangıcı 577 H. olmak üzere toplam 25 yıldır. Yüce Tanrı onu zeka ve dürüstlük yönünden eşsiz yaratmış. Bu nedenle o, döneminin hükümdarlarını, adalet ve dürüstlükte aştı ve hayırda ve lütufta uzaktaki ve yakındaki efendilere üstün geldi. Keskin zekasıyla kontrol altına alamadığı yönetim inceliklerinden bir incelik, üstün gayretiyle anlamadığı öğrenim sırlarından bir sır yoktur. İlgisinin inceliği nedeniyle, onun öngörüsünü almaksızın hiçbir aracımı kesinlikle inşa etmeye başlamadım. O, düşüncesinin inceliği ve aklı ile bütünleşmiştir.
Bir gün onun huzurundaydım ve yapmamı emrettiği bir şeyi (aracı) getirmiştim. Bana baktı, yapmış olduğum şeye baktı, onun üzerinde fikir yürüttü. Ne düşünmekte olduğumu sezdi ve gizlediğimi açığa çıkardı, ‘Paha biçilmez araçlar yaptın, onları gücünle işler duruma getirdin; seni yoran ve anlaşılır bir biçimde inşa etmiş olduğun bu araçları bir kenara atma. Benim için, ayrı ayrı icadettiklerini bir araya toplayan ve tek tek seçilenleri ve resimleri bir araya getiren bir kitap kaleme almanı istiyorum.' dedi.
Bana önerdiği modeli uyguladım, çünkü boyun eğmekten başka seçeneğim olmadığından kararını kabul ettim. Gücümü okumaya verdim ve içinde eklemiş olduğum bazı alıntılar ve tarafımdan çizilmiş resimleri içeren bu kitabı kaleme aldım. Benden önce, bu konuda uzman olan güvenebileceğim ehil kişiler olduğunu bilmiyorum."
Leonardo'dan 250 yıl önce Türkler robot yapıyordu
Buradan anladığımıza göre miladi 1206 yılında El Cezeri, 25 yıldır Artuklu sarayının hizmetinde olan bir bilimadamıdır.
Artuklu Hükümdarı Nasirüddün Mahmud, kendisine o güne kadar icat ettiği tüm mekanik aletlerin çizimlerinin bulunduğu bir kitap hazırlamasını emretmiştir.
Bu emir üzerine de günümüze kadar ulaşan kitap ortaya çıkmıştır.
1200'lü yıllar, Leonardo'lar ortaya çıkmadan 250 yıl öncesidir.
İnsanlık havanın basınç kuvvetini, suyun kaldırma kuvvetini bilmektedir.
İşte bu dahi adam, sadece bu bilgisiyle hava basıncı ve suyun kaldırma kuvvetinden faydalanarak, otomatik olarak çalışan robotlar tasarlar ve onları çalıştırır.
Bu aletlerin benzerleri 250 yıl sonra Leonardo'nun buluşlarına girecek ve dünya Leonardo'yu dehasıyla tanıyacaktır.
Oysa Leonardo'dan 250 yıl önce El Cezeri, bugünün terör merkezi olan bir ilçemizde, Türk hükümdarlığı altında çağını aşan bilimi üretmekteydi.
El Cezeri, bugün tüm dünyada mekanik biliminin kurucusu, tarihin ilk mühendisi olarak bilinir ve Bediüzzaman El Cezeri'nin önünde zamanımızın bilimadamları bile saygıyla eğilir.
Ama Turan Alkan gibiler de gidip Bediüzzaman Said-i Kürdi'nin önünde eğilirler!
El Cezeri'nin önemi öylesine belirgindir ki, 2006 yılında El Cezeri'nin 800. yıldönümü tüm dünyada etkinliklerle kutlanır.
Geçtiğimiz Ramazanda Türkiye'de de açılan "1001 İcat" adlı "İslam Medeniyetinin Mirası" konulu serginin de baş konuğu El Cezeri ve onun icadı olan filli su saatiydi.
Dünyanın en büyük başkentlerini gezen sergi İslam bilimadamlarının dünyanın bilimsel gelişimine olan katkıyı genç nesillere tanıtmaktadır. 1001 İcat adlı kitap ile de İslam bilimadamları tanıtılmakta ve uygarlık mirasına olan katkıları ortaya konulmaktadır.
Ancak bu önemli yapıtta bile El Cezeri'nin Artuklu sarayında Selahaddin Eyyubi'nin oğlu Nasirüddin'e hizmet ettiği belirtilmiştir.
Bu bir tarih hatasıdır, çünkü Selahaddin Eyyubi'nin böyle bir oğlu yoktur birincisi, El Cezeri'nin hizmet ettiği Nasirüddin ise Nasirüddin Mahmud'dur ve Sökmen Gazi'nin torunudur ikincisi.
Anadolu'nun Türkleşmesinde Sökmen boyunun önemini bilen Atatürk, Hataylı bir aileye Sökmenoğlu soyadını kendisi vermiştir.
Bunu belirtmemizin nedeni ise 800 yıldır sahip çıkmadığımız bu öz be öz Türk bilimadamına, Kürtlerin sahip çıkmaya çalışmasıdır. Gerek Cizre'yi bir Kürt şehri gibi göstererek, gerek Artukluları Selahaddin'e bağlayarak, tabii Selahaddin'i de olmadığı bir Kürt boyuna bağlayarak, sinsi bir şekilde El Cezeri'yi Kürtleştirmeye çalışmaktadırlar.
Nitekim Amerika'da CIA hizmetinde Kürt tarihini yazan Izady, El Cezeri'yi çoktan Kürt ilan etmiştir bile...

El-Cezeri’nin filli su saati günümüzde bile hayranlık uyandırmaktadır. Sağdaki çizimde ise iki bölümlü testi görülüyor. Sistemin işlemeye başlaması ile aygıta dökülen soğuk su, şamandırayı yükselterek boşaltıcının ağzını kendi bölmesine su girmeyecek şekilde kapatmaktadır. Aygıta sonradan konulan sıcak su ise ayrı bölümde toplanmaktadır. Böylelikle sıcak ve soğuk su farklı bölmelerde hazırdır. Bu günümüzdeki temosların ilk örneğidir ve hâlâ da kullanılmaktadır.
İçki ve abdest
El Cezeri'nin icat ettiği araçlar listesini yine kendi kitabından okuyalım:
"Kategori I. Eşit saatlerin ve Güneş saatlerinin geçişlerinin belirtildiği saatlerin yapımı üzerine, 10 bölüm
Kategori II. İçki partileri için uygun kap ve figürlerin yapımı üzerine, 10 bölüm
Kategori III. İbriklerin, kan alma teknelerinin ve abdest alma leğenlerinin yapımı üzerine, 10 bölüm
Kategori IV. Şekillerini değiştiren fıskiyeler ve sürekli çalan flüt için araç yapımı üzerine, 10 bölüm
Kategori V. Derin olmayan göllerden ve ırmaklardan suyu yukarı çıkaran araçların yapımı üzerine, 5 bölüm
Kategori VI. Değişik, farklı şeylerin yapımı üzerine, 5 bölüm"
Bu icat listesi oldukça önemlidir.
Mühendis El Cezeri, ırmak ve göllerden su çıkaran araçlarla bir taraftan tarıma makine sağlamakta, diğer taraftan aynı teknikle havuzlara fıskiyeler kurmaktadır.
Bir yandan sarayda içki servisi için bir robot tasarlarken, diğer yandan abdest almak için de bir robot yapmıştır.
Çünkü 800 yıl öncenin İslam dünyası, bu iki icat aynı bilimadamının elinden çıkabilecek kadar hoşgörülüydü, bilim her koşulda korunmaktaydı.
Anadolu'nun Oxford'u Amasya
Diyarbakır'da 1200'lü yıllardan 1400'lere gelindiğinde yine bir Türk ailesi olan Akkoyunlular burada devlet kurmuştu. Diyarbakır ve yöresi o dönemde de bilimadamlarının ve sanatkarların korunduğu bir medeniyet merkeziydi.
Bu sarayda bulunan gökbilimci Ali Kuşçu, daha sonra Fatih Sultan Mehmet'in hizmetine girecek ve Osmanlı biliminin sistemleşmesine büyük katkılar sunacaktır.
İstanbul'un fethi, sanıldığı gibi sadece İstanbul'dan giden bilimadamlarının Rönesansı ve Reformu başlatmalarına yol açmamıştır.
Tersine İstanbul bir kaçış değil çekim merkezi olmuştur.
Bizlere ortaokullardan itibaren yanlış öğretildiğinin tersine Fatih döneminin Osmanlı'sı dünya biliminin de lideri ko­numundadır.
Fatih'in şehzadeliğini yaptığı Amasya kenti işte bu dönemde büyük bir bilimadamı yetiştirir: Şerafettin Sabuncuoğlu.
Amasya üzerine yazan Batılı George Peret şunları söyler:
"Amasya, Anadolu'nun Oxford'u gibidir. 25 bin kişilik nüfusundan 2 bini öğrencidir ve bunlar 18 medresede eğitim yapar."
Dönemin medreseleri sanıldığının aksine birer bilim okuludur. Burada sadece dini ilimler değil aynı zamanda fen bilimleri de okutulur.
İşte bu dönemin en ünlü isimlerinden biri tıp alanındaki katkıları yüzyıllarca Batıda bile ders kitabı olarak okutulan Şerafettin Sabuncuoğlu'dur.
Sabuncuoğlu aileden hekimdir, 1385 yılında Amasya'da doğmuş, 85 yaşında bile tıp kitabı yazmıştır.
"Cerrahiyetül Haniyye" adlı eseri günümüze kadar gelmiştir.
Kitabını Arapça bilim dili yerine Türkçe kaleme almıştır. Kitap renkli minyatürleri ile her bir hastalığın açıklamasını yapmakta, tedavi yöntemlerini göstermektedir.
Sabuncuoğlu'nun kitabındaki insan anotomisi ile ilgili çizimler, Leonardo daha çocukken, Anadolu Türklerinin tıp konusunda ne kadar ileri ve bir o kadar da açık olduğunu gösterir.
Doktorların her zaman dediği gibi hekimden utanma olmaz. Günümüzden 500 yıl önceki tıp kitabını incelediğimizde bunu görmekteyiz.
Onlar için önemli olan hastalıktır ve onun tedavisidir. Kadın ya da erkek vücudunun gizlenmesi, insan sağlığından vazgeçilmesi demektir ki, bu Allah'ın verdiği canı yok saymaktır. O nedenle Osmanlı Türkleri, tıp konusunda yobazlığa sapmamış, bu konuda açıklıktan yana olmuştur.

Osmanlı tıbbından günümüze
Sabuncuoğlu'nun çizimleri günümüze kadar ulaşmıştır ama günümüzde Türkiye'de kadınlar erkek doktora götürülmemektedir.
Kadın doktorlar erkek hasta muayene etmemektedir!
Hastalıklar günümüzde utanma vesilesidir ve saklanmaktadır.
Zaman yazarı Turan Alkan yazısında şöyle soruyor:
"İşte şu araştırma sonuçları gösteriyor ki, tarihte ne kadar büyük adam ve şahsiyet varsa, bu gibi metodlar sayesinde aslında Türk oldukları kısa zamanda ispatlanabilecektir. Tamam, tarihi biz yaptık, en güzel şarkıları biz besteledik, en iyi romanları biz yazdık, en müthiş icatları biz yaptık vaktiyle...
– İyi de, şimdi niçin yapamıyoruz ayol? Birisi çıkıp şu çelişkiyi izah etsin lütfen!"
İşte izahı Turan Alkan!
Türkler Bediüzzaman denilen Said-i Kürdi'yi değil de El Cezeri'yi ya da Sabuncuoğlu'nu dinlerken, bilimde çok çok ileriydik.
Ama ne zaman ki Said-i Kürdi'ler, Fethullah'lar, Tayyip'ler egemen oldu, işte o zaman Türkler bilimle değil de kadınların kafasının nasıl örtüleceğiyle uğraşmaya başladılar.
O nedenle gazetenizde hâlâ kadın resmi zar zor basılabiliyor.
Hele hele Sabuncuoğlu'nun resimlerini basarsanız, mazallah dinden çıkacağınızı düşünürsünüz de basamazsınız.
Aslında siz sadace Atatürk'ün değil, Osmanlı'nın bile dinden çıktığını iddia etmektesiniz de farkında değilsiniz!
Neyse ki sizler sayesinde bizler de hem dinimizi, hem soyumuzu, hem de bilimimizi öğreniyoruz...
Ve Bediüzzaman'ın önünde saygıyla eğiliyoruz.