TMMOB METALURJİ MÜHENDİSLERİ ODASI Temmuz 2003 - BOR RAPORU / 10

6.3-Cunhuriyet Dönemi

Türkiye Cumhuriyeti Anadolu’muzu emperyalist tahakkümünden kurtaran Milli Mücadele Hareketi sonunda, 1923 yılında kurulduğunda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan her açıdan bir enkaz devralmıştı. Ülke topraklarının önemli bir bölümünün kaybedilmesi sonucunu doğuran I. Dünya Savaşı ve yeni Türkiye Cumhuriyetine hayatiyet veren Kurtuluş Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun esasen bozuk olan iktisadi düzenini tam anlamıyla karışıklığa sokmuştur.

Kanla kazanılan siyasi bağımsızlığı pekiştirmenin yolu ekonomik bağımsızlıktan geçiyordu. Ekonomik bağımsızlık da sanayileşmekle mümkündü. 1923 yılından 1938 yılına kadar olan dönemde, hem Lozan Antlaşması ile Osmanlı borçlarının bir bölümü devralınarak düzenli olarak ödenmiş, hem de devrimcilerin, başta yeraltı zenginliklerimiz olmak üzere tüm varlıklarımızı yabancıların ve Osmanlı Devleti’nin palazlandırdığı yerli işbirlikçilerin sömürülerinden kurtarma çalışmaları sürdürülmüştür. Mustafa Kemal Atatürk’ün Osmanlı Devleti’nin son dönemine ait görüşleri, Cumhuriyet döneminde uygulanması düşünülen politikalar konusunda net mesajlar vermektedir:

“(...)Padişah ve Halife olan kişi, hayatini ve rahatını kurtarmaktan başka birşey düşünmüyor. Hükümet ayni durumda. Başsız kalmış olan ulus, karanlık ve belirsizlik içinde olup bitecekleri bekliyor. Komutan ve subaylar yorgun. Yurdun parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor. Kurtuluş yolu arayanlar, İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemeyi düşünüyor. Bu devletlerden yalnız biriyle başa çıkılamayacağı tüm kafalarda yer etmiş (...)”.

“(...) Büyük devletler, şimdiye kadar bize su veya bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor görünüyorlar, oysa, ekonomik tutsaklıkla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri, bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi bir durum alırlar. Gerçekte, ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu tutsaklığa katlanan devlet ileri gelenleri hoşnuttu. Çünkü görünüşte azametli bir istiklal sağlamışlardı. Fakat gerçekte ulusu manen yoksulluk çukuruna atmışlardı. Bunlar ekonomik mahkumiyeti kavrayamamış bedbahtlardı (...)”.

“(...) Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini savunamayan ekonomimizi bir de iktisadi kapitülasyon zincirleriyle bağladı. İktisat alanında bizden çok kuvvetli olanlar yurdumuzda bir de imtiyazlı durumda bulunuyorlardı. Gelir vergisi vermiyorlardı, (...) Rakiplerimiz, bu suretle gelişmeye elverişli sanayimizi de mahvettiler. İktisadi ve mali gelişmemizin ve ilerlemememizin önüne geçtiler(...)”

“(...) Hakiki zafer, muharebe meydanlarında muvaffak olmak değil, asıl zafer muvaffakiyetlerin membalarını kuvvetlendirmek, milleti yükseltmektir. Memleketimiz baştan nihayete kadar hazinelerle doludur. Biz o hazineler üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Hepimiz bütün bu hazineleri meydana çıkarmak ve servet ve refahımızın kaynaklarını bulmak vazifesiyle mükellefiz (...)”
Cumhuriyetin ilk yıllarıyla birlikte başlayan millileştirme hareketleri sonrası Osmanlı’dan beri tanınmış birçok yabancı imtiyazının ortadan kaldırılması sağlanmış olmakla birlikte Türk endüstriyel hammaddeleri Avrupa endüstrisinin çokuluslu sermayesinin iştahını her zaman kabartmıştır.

Kurtuluş Savaşı sırasında, Anadolu’yu paylaşıp istediklerini elde edemeyen düşman devletler, hiç değilse Lozan’da bir şeyler koparmanın gayreti içindeydiler: “...Kapitülasyonlar üzerinde İsmet ve Child ile bir buçuk saat süren görüşmeden yeni döndüm.(…) Hatta İsmet’e izleyebilecekleri olası yaklaşımlar konusunda önerilerde bulundum. Aksi halde, anlaşmaya kendi istediğimiz hükümleri koyup onlara sarılmak ve kabul edip edilmediğini beklemekten başka bir seçeneğimiz kalmayacağını söyledim. Ancak böyle bir durumda Child ile birlikte, Türkiye’nin ekonomik onarımı için ne bir dolar ne de bir şiling gelemeyeceğini hatırlattım. (…) Kendisini, ne kadarını yutabileceklerini arkadaşları ile birlikte kararlaştırmak üzere hazmı zor ilacımızla baş başa bırakarak ayrıldık. Az gelişmiş bir çocuğun zekası ile bir katırın katı inatçılığını birleştirmiş görünen bu anlaşılması imkansız insanlardan; giderek tek şansımız olarak görünen, onların son dakikada bir karar verebilmeleri olasılığı dışında fazlaca bir beklentim yok...”(15 Ocak 1923,Lord CURZON,İsmet Paşa-Curzon-Child Üçlü Görüşmesini Londra’ya Rapor Eden Mesajı)

Ancak, Türk heyeti başkanı İsmet İnönü, inatla kendilerine direnmektedir Bunun üzerine İnönü’ye çok kızan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, sinirli bir ifadeyle şunları söylüyordu: “En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz(...). Memleketiniz haraptır (...). İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır (...). Para kimsede yok (...). Ancak biz verebiliriz (...) Memnun olmazsak, kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle, yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi, cebimizden birer birer çıkarıp göstereceğiz. ”

Gerçekten, sömürgeciler, Osmanlı döneminde kendilerine sağlanan imtiyazları muhafaza etmek için direnmişler, yeni kurulan devletin acil nakit ihtiyacı olması, madencilik işletmesi için gereken kalifiye eleman ve donanım bulunmaması nedeniyle, Cumhuriyetin ilk döneminde yapılan millileştirmelerden bazı alanlarda önemleri kavranmadığından kurtulmayı başarmışlardır. Hatta, ülkemizin bor yatakları, Milli Mücadeleden sonra da, uzun yıllar Avrupa’nın özellikle borik asit üretimi için en önemli hammadde kaynağı olmaya devam etmiştir.

Mustafa Kemal’in 1 Mart 1922 tarihinde yaptığı TBMM açılış konuşmasındaki: “iktisat politikamızın önemli amaçlarından birisi de genel yararları doğrudan doğruya ilgilendiren iktisadi kuruluş ve girişimleri mali ve teknik olanaklarımızın elverdiği ölçüde devletleştirmektir. El değmemiş maden hazinelerini az zamanda işleterek milletimizin çıkarına açık bulundurabilmek ancak bu usul sayesinde kabildir.” yaklaşımına rağmen, Lozan Barış görüşmeleri sırasında Hükümetin izleyeceği ekonomi politikasını saptamak üzere gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi ile (17 Şubat-4 Mart 1923), Cumhuriyet döneminde izlenecek ekonomik politikalar saptanmıştır. Bu kongrede özel sektör öncülüğünde liberal bir politika benimsenmiştir. İzmir İktisat Kongresi’nin “Sanayi ve Sorunları” bölümünde sanayi bankalarının kurulmasından sözedilmektedir. Bu doğrultuda, 1924 yılında Is Bankası ve 1925 yılında maden işletme ve kredi sağlama amacıyla Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştur. Kongrede, yabancı sermayenin Türk yasalarına uyma koşuluyla faaliyet gösterebileceği benimsenmiştir. Kongrede madencilik ile ilgili olarak “Madenler milli üretime dönük bir biçimde işletilecek”, “Yabancı sermayeye karşı olunmamakla beraber, yabancı sermayenin memleketin hammaddelerini, ticaret ve sanayiini kendi tekeline almadan Hükümetle ortak girişim şeklinde işletmesi sağlanacaktır.” Kararları alınmıştır.

Madenciliğimizin ülkemizin geleceğindeki rolü ve önemini değerlendiren genç Cumhuriyetimizin kurucu kadroları, yeraltı zenginliklerimize gerekli altyapı yatırımları ile sahip çıkılabileceği gerçeğiyle 1924 yılında maden mühendisi yetiştirmek üzere Zonguldak'ta ''Yüksek Maadin ve Sanayi Mektebi'' adıyla bir okul açmışlardır.

İzmir İktisat Kongresi’nde kabul edilen kalkınma ve sanayileşme politikaları doğrultusunda yabancı sermaye, kömür, bakır ve krom maden işletmeciliği başta olmak üzere, bu sektöre ortaklıklar seklinde girmiştir. Bu dönemde devlet, özel sektörün gelişmesini belli muafiyetlerle teşvik etmek amacıyla, 28 Mayıs 1927’de, 1055 sayılı Teşvik Yasası’nı çıkarmıştır. Bir yandan tarımsal makine, araç ve gereçleri ithalatında gümrük muafiyeti sağlanmış, öte yandan yerli üretim ve sanayii korumak amacı ile ithalat yüksek oranlı gümrük vergileri ile kısıtlanmıştır. Bu çerçevede, en son 1904 tarihinde Reşit Paşa ve İngiliz uyruklu William Vitaller’e verilen imtiyaz, 30 Nisan 1927 tarihinde 4962 Sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile bor cevheri yatakları 45 yıl süreyle John Oven Red’e ihale edilmiş, bu İngiliz uyruklu işadamından 7 Aralık 1927’de dokuz boraks yatağını devralan Lord Meven Mervil daha sonra bu yatakları 11 Mart 1938 tarihinde yeniden bir İngiliz yurttaşına, Desmond Abel Smith’e aktarmıştır.

Fakat, 1923 yılında başlayan bu model istenen başarıyı sağlayamamış ve 1932 yılında yeni bir değerlendirme ile devletçilik politikaları benimsenmiştir. Devletçiliğin bir hükümet politikasının ötesinde bir devlet politikası olarak kabul edilmesinin sonucunda 1924 Anayasası’nın 2.maddesi 3 Şubat 1937 gün ve 3115 sayılı Yasayla değiştirilerek devletçilik ilkesi konmuştur.
Beş yıllık ilk sanayi planının uygulandığı 1934-1938 yıllarında, birçok sınai işler başarılmış, demiryolları inşa edilmiş, silolar yapılmış, mensucat sanayii, madencilik, kağıt ve cam eşya, şeker sanayii geliştirilmiştir. Bütün bu yatırımların finansmanı yabancı kaynaklara ve borçlanmalara başvurulmadan geniş ölçüde vergiler, iç borçlanmalar ve devlet bankaları kredileri ile sağlanmıştır.
1930’lu yıllara kadar, gerek Osmanlı Dönemi ve gerekse Cumhuriyet döneminde, ülkenin doğal kaynaklarının tespitine yönelik bilimsel çalışmalar yapıldığını söylemek mümkün değildir. Cumhuriyeti'nin kurucu kadrolarının bu konuya yaklaşımını Mustafa Kemal Atatürk’ün 1935 yılı TBMM açılış nutkunda görebiliriz; “Maden İşleri yeni bir açılma devresindedir. Maden mühendislerimizi ihtiyaca yeter sayı ve değerde yetiştirmeye önem vermek gerekir. Maden İşletmesi inkişaf (gelişme) halindedir. Madenlerimiz bizim başlıca döviz kaynağımız olduğu için de yüksek dikkatinizi celbe (çekmeğe) değer. ”

Madencilik potansiyelimizden azami derecede yararlanmak için maden aramalarına başlanması gerektiği bilinciyle, 14 Haziran 1935 tarih 2804 sayılı Yasayla maden Aramaları yapmak üzere MTA ve 2805 sayılı Yasayla ise madencilik, enerji üretimi ve dağıtımı alanlarında faaliyet göstermek üzere ETİBANK Atatürk’ün direktifleriyle kurulmuştur.

Madenciliğimizde bir dönüm noktası olan bu iki kurumun kuruluş kanunları, madencilik sektörüne yeni bir anlayış getirmiştir. Devletin öncülüğünde sanayi ve enerji yatırımları ile doğal kaynakların aranması, üretimi ve ürün maddeye dönüştürülmesi çalışmalarına hemen başlanmış, örneğin Bigadiç (1950), Mustafakemalpaşa (1952) ve Emet (1956) bor yatakları saptanarak özellikle 1970’lere kadar madencilikte çok büyük mesafeler katedilmiştir.

Atatürk’ün sağlığında çıkarılan son yasalardan biri de, 17 Haziran 1938 gün ve 3460 sayılı, sermayesinin tamamı devlet tarafından verilmek suretiyle kurulan “İktisadi Teşekküllerin Teşkilatiyle İdare ve Murakabeleri Hakkında Kanun”du.
II. Dünya Savaşı sonrası batı kaynaklı emperyalizm sömürü yöntemlerinde, kurulan bazı organizasyonlar ve planlarla yeni bir dönemin açılışını ilan ederken, ülkemiz için de yeni bir dönem başlamıştır. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 20 Ekim 1957 tarihinde Taksim’de; “Otuz yıl sonra Türkiye, küçük bir Amerika olacaktır.” diyordu. Bu sürecin sonucunu, 27 Mayıs’ta Milli Birlik Komitesi üyesi Orhan Erkanlı; “Amerika cömert olduğu nispette hesaplı ve geleceğe ait planlı bir çalışma içinde olduğundan; malzeme, silah ve bilgiyle beraber, kendi askeri usüllerini de Türkiye’ye getirdi. Bütün ikmal kaynaklarımızı elinde topladı. Tek satıcı, tek verici durumuna geldi.” şeklinde açıklayarak Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığını çok çarpıcı bir biçimde vurgulamaktaydı.

1950 yılında Türkiye yeni bir borçlanma ve yabancı sermayeye imtiyazlar tanıma devresine girmiştir. Yeni-sömürgecilik rüzgarları 1950’den sonra giderek şiddetlenerek ülkemizi de etkisi altına almaya başlamış; IMF, Dünya Bankası, OECD gibi emperyalist finans kuruluşları, Philips, Ford, MAN, General Electric, ITT, Komatsu, Caterpillar, Mobil vb. gibi ulusötesi tekeller günlük yaşamımızın ayrılmaz birer parçası haline gelmiştir. İşte, işlevleri kendi ağızlarından açıkça dile getirilen bu finans kuruluşları, ulusötesi emperyalist tekellerin istemleri doğrultusunda yeni-sömürge ülkeleri yönlendirmeleriyle yapılan anlaşmalar sonucu elde edilen. borç ve krediler karşılığı bazı doğal kaynaklarımız ipotek edilmiştir. Ülkemiz bütün bunların sonuçlarını toplum olarak yaşayacaktır.

Başlangıcı İkinci Dünya savaşının sonuna rastlayan bu sürecin başında ABD’nin Türkiye’ye yönelik görüşünü içeren, diğer taraftan da savaş sonrası Dünya düzeninde ABD’nin konumunu ve işlevini ve hatta etkinliğini belirleyen 1946 tarihli “Thornburg Raporu” girilen dönemi anlatması açısından oldukça çarpıcıdır. Thornburg Raporu’na göre; “…Türkiye’nin ağır sanayi kurması gerekli değildir. Karabük demir Çelik fabrikası tasfiye edilmelidir. Yine Türkiye; uçak, makine, Motor projelerini iptal etmeli, bu tür yatırımlara Yönelmemelidir. Sanayi bırakılmalı, tarımla kalkınmaya Yönelinmelidir. Demiryolları yerine karayolları yapılmalıdır. ve Diğerleri tüm bunlar için gerekli sermaye abd tarafından verilecektir.(...) Esas itibariyle ziraatçı olan ve ziraat için lüzumlu olan çelik Saban ve sair malzemeyi henüz yapamayan bir memleketin Lokomotif inşaa etme arzusu mevsimsizdir. Türk makamları bu Şekilde düşündükleri müddetçe dolarlarımızın ve bu gibi Makineleri imal edecek malzemelerimizin vatanımızda Kullanılması daha iyi olacaktır.(...) Uçak ve dizel motorlarıyla sair girift makineler imali için Ankarada bir fabrika tesis etmek tasavvuruda aynı sınıfa dahil Edilebilir. Lokomotif imaline ve bu sayfalarda zikrettiğimiz sair İmalata ait tasavvurlarıda aynı şekilde telakki etmemiz lazımdır. Bu gibi tasavvurları hazırlayan veya mütalaa eden kimselere Amerikalılar iyi mesai arkadaşı nazarıyla bakamayacakları gibi, Memleketin mali kaynaklarını böyle projelere tahsis eden bir Hükümetin de yabancı sermayedarlara itimat telkin ettiği iddia olunamaz....”

Demokrat Parti’nin daha ilk yıllarında çıkartılan 01. 08. 1951 tarih ve 5821 sayılı “Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik”, 18. 01. 1954 tarih ve 6224 sayılı “Yabancı Sermayeyi Teşvik” ve 11. 03. 1954 tarih ve 6309 sayılı “Maden” yasalarıyla madencilik sektöründe, yabancı şirketlere de Cumhuriyet öncesi teslimiyet dönemini aratmayacak yasal bir altyapı oluşturulmuştur. 6224 sayılı Yasaya göre, yabancı sermaye artık-bir iki istisna dışında-yerli sermayeye açık tüm alanlarda faaliyet gösterebilecek, yabancı sermayenin kâr transferleri önündeki engeller kaldırılacak, sermayenin nakit sermaye dışında kalan patent, lisans, yedek parça, makine ve teçhizat, teknik eleman gibi diğer bileşenleri biçiminde de gelebileceği kabul edilecektir. Bu yasalarla yeni-sömürgecilik politikasının gerekleri yerine getirilerek, emperyalizmin ülkeye girişi kolaylaştırılmış, engeller kaldırılmaya çalışılmış, ülkenin emperyalist tekellerin rahatlıkla at oynatabileceği bir alan haline getirilmesi amaçlanmıştır. Mali ve/veya politik gücü olan yerli ve yabancı her kişi veya kuruluş birçok sahanın maden ruhsatını eline geçirmiştir.
Bu yasaların hazırlanması çalışmalarına emperyalizmin uzmanlarının etkin bir biçimde katıldığı bilinmektedir. Yabancı Sermaye Yasası’nı ABD Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı C. B. Randall, aynı yıl çıkarılan Petrol Yasası’nı petrol şirketlerinin avukatı Max Ball bizzat hazırlamıştır.

Türkiye’de yeni-sömürgecilik ilişkilerinin ilk yansımalarından biri, yeni sistemin finans kuruluşları olan IMF ve Dünya Bankası’na katılmak olmuştur. Bu kuruluşların işlevlerini IMF Türkiye Masası Şefi Woodward, dönemin işletmeler Bakanı Kenan Bulutoğlu’na şöyle açıklıyordu: “Bizi herkes, her ülke kendi içişlerine karışmakla suçluyor ve öyle görüyor. Ancak konunun iki yönü var. Biri uluslararası bankalar, diğeri başka ülkeler ve hükümetler. Bankalar paraları için güvence arıyorlar ve önemli bir güvence olarak bizi görüyorlar. Hükümetler ise başka bir yol izliyorlar. Hiçbir hükümet kalkıp size belli bir politikayı doğrudan önermez. Ama, bu önerileri gelip bize söylüyorlar, “gidip şunları söyleyin” diyerek. Bize empoze edilen politikaları da biz size ve anlaşmaya oturduğumuz ülkelere empoze etmek, aktarmak zorundayız. ” (IMF Kıskacında Türkiye, 1946-1980, Yalçın Doğan, s 18)

Demokrat Parti iktidarının daha ilk aylarında madencilik alanında önce 1938 yılından beri Desmond Abel Smith’in elinde bulunan Sultançayırı’ndaki ve yeni bor sahaları 27 Ekim 1950 tarihinde 3/12002 sayılı kararname ile “dünya tekeli” hüviyetindeki Borax Consolidated Ltd.'e devredilmiştir. Borax Consolidated Ltd. şirketi, Demokrat Parti zamanında çıkartılan yasalardan daha fazla yararlanmak için 25 Kasım 1955 tarihinde isim değiştirmiş, adının başına “Türk” kelimesini koyarak, sermayesinin % 94’ü merkezi İngiltere’de bulunan Borax Consolidated Ltd. şirketine, % 2’si Türk ortaklara, % 4’ü de İngiliz ortaklara ait olmak üzere, “Türk Boraks Madencilik A.Ş.” adını almış, Sultançayır bor maden imtiyazını da 6 Ocak 1956 tarihinde yeni oluşturulan şekli üzerine tescil ettirmiştir. Şirket, ülkemizdeki bor madeni sahalarında ciddi bir arama faaliyeti yapmamış veya bulduğu bazı rezerv miktarlarını düşük göstermiştir. Örneğin, şirket Kırka’nın Sarıcakaya bölgesinde yaptığı sondajlar sonucu tespit ettiği rezervi 10 milyon ton olarak beyan ederek, 45 yıllık imtiyaz talep etmiş; ancak şüpheler üzerine aynı bölgede MTA tarafından yapılan araştırmalarda rezervin 400 milyon ton olduğu ortaya çıkarılmıştır. 1967 yılında ise Kırka bor sahasının 1 milyar ton rezervli, çok zengin bir saha olduğu anlaşılmıştır. Yapılan ilave çalışmalar sonucunda Kırka bor tuzu yataklarının, dünyanın en büyük ve en zengin yatakları olduğu ortaya çıkmıştır.

Borax Consolidated Ltd. şirketi cevher sahaları bulan yerli girişimcilerin bazılarının ellerinden de bu sahaların ruhsatlarını işletmemek üzere satın almıştır. Fakat Türkiye’deki üretimi, dünyanın başka yerlerindeki yatakların kullanılma durumuna göre, çıkarlarına uygun fiyat ve satış politikaları ile yönlendirmeye devam eden şirket, bir yandan bor madeni sahalarını kapatmaya çalışırken, öte yandan üretimi 12000 tondan 3000 tona indirmiş ve 1950 yılından sonra da üretimi tamamen durdurmuştur. Nasıl olsa Türkiye’deki bor madeni yatakları güvence altındadır. Bu “rezerv” günün birinde bir şekilde yine kendileri tarafından kullanılacaktır.

Etibank bor tuzlarıyla 1950’li yılların ikinci yarısında ilgilenmeye başlamıştır. 1956 yılında MTA’nın Emet’teki maden arama çalışmaları sırasında bulduğu kolemanit sahalarının devredilmesinden sonra 29.05.1958 tarih ve 163/3 sayılı Yönetim Kurulu kararı ile Etibank ilk bor şantiyesini Emet'te kurup, 12.07.1958 tarihinde ilk bor cevheri üretimine geçmiş, o yıl 3900 ton üretim yaparak 44 US$/ton fiyattan 1500 ton ihraç etmiştir. Böylece, İngiliz şirketinin bor cevheri üzerindeki ve ihracatındaki tekeli, 1959 yılında Etibank’ın dünya bor pazarına ikinci ihracatçı şirket olarak çıkmasıyla kırılmıştır.

Bor minerallerinin hammadde olarak ihracı yerine, yarı ürün ve ürün haline getirilerek değerlendirilmesinin ülke ekonomisine daha büyük yarar sağlayacağı düşüncesinden hareketle “Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda boraks ve borik asit tesisleri yatırımı yapılması kararlaştırılmıştır. Bu karar gereği başlatılan Etibank’ın ilk “Bor Rafine Tesisleri” kurma girişimleri tüm aşamalarda oyalama taktikleriyle sürekli engellenmiş, Batı Avrupa’da bu konuda sözsahibi ülkeler Türkiye’ye bu alanda teknoloji transferine ve tesis kurma girişimine yanaşmamışlardır. Bunun üzerine, yapılan uzun süreli araştırmalar ve görüşmeler sonucu, ham bor cevheri karşılığı, ülkemizde rafine bor tesisi kurmak üzere bir Polonya şirketiyle anlaşma imzalanmıştır.
Etibank eski Genel Müdürlerinden Sn.Tahsin YALABIK bu gelişmeleri Şu şekilde anlatmaktadır; (...)Fakat bizim dışarıyla yaptığımız temaslarda şu gerçek ortaya çıktı: İhracat yapmamız için rafineri kurmamız gerekiyordu. Öyle müşteriler var ki, bunların tüketim hacimleri düşük, rafineri kuramazlar. Binaenaleyh biz rafineri de kuracak olursak iki husus meydana çıkacak: Birisi Türkiye kendisi de rafineri kurduğuna göre, ham cevher kaynağı emin bir kaynaktır, bu ocaklar devamlı işleyecektir, günün birinde kapanmayacaktır. Dışarıda bunun da propagandası vardı. Türkler şimdi çıkarıyor ama, üç beş sene sonra bu ocakları bir daha nereden bulacaksınız. Rafineriyi kurdunuz, cevher bulmayacaksınız gibi hava yaratılıyor dışarıda. Ama Türkiye de bir rafineri kuracak olursak, bunun ham cevheri çıkarmak için ocakları devam edecek. Binaenaleyh bu emin bir kaynaktır havası dışarıda esmiş olacaktır. Fakat karşı tarafın ortak müdahaleleri oldu. Biliyorsunuz bu görüşmeler başladı mı uzun seneler sürüyor. Karşı tarafın da temayülü bunu sürüncemede bırakmak olunca, bu işler hakikaten uzadı. Nihayet 1961 yılında DPT rafineri kurulmasını derhal ön plana aldı ve plana girdi. Bu plana girme sıralarında, İngiliz Şirketi istenmediği halde bir rapor hazırladı. Bu raporda rafineri kurmanın sakat bir düşünce olduğunun, eğer bu rafineri yapılırsa bizim ham cevher almakta olan müşterilerimizle rakip duruma düşeceğimizi bildiren rapor hazırlayarak, Planlama hazırlık komisyonunu etkilemeye çalıştılar. Rafineri kurmak kararı aldık; 5 yıllık plana girdi. İhaleyi Polonya kazandı. Amerikan elçisi dışişleri bakanına gitti demir perdeye yaptırmayın dedi. İki sene oyaladılar. Garip tekliflerle karşımıza çıktılar. Sonunda rafineriyi yine Polonyalılar yaptı...Fakat endikasyonlar o kadar kuvvetli idi ki, rafineri kurulması İkinci Beş Yıllık Planda yer aldı ve bunu uygulamak görevi de Etibank'a verildi. Etibank hızla bu rafineriyi kurma çalışmalarına girdi. İhale yapıldı. Polonyalılar kazandı. Batı bloğundan hiçbir firma ihaleye girmemişti. İnanılır kaynaklardan öğrendiğimize güre, bu defa Amerikan şetlerinin o zaman ki Dışişleri Bakanımız Selim SARPER’ müracaatıyla bu tesisin Demirperde gerisine ihale edilmemesini ricası üzerine bu tesis iki sene bekletildi. Batı bloğunda bu teklifi verecek ihtisas firması zaten yalnız İngilizlerdi. İngiliz firması ise ihaleye girmedi. Bu arada hakikatten Batı bloğundan teklifler geldi. "l00 bin tonluk bir rafineriyi İtalya'da kuralım siz yüzde 25 ortak olun ve bu ortaklığa da cevher göndermek suretiyle ortak olacaksınız, nakit para vermeyeceksiniz'' gibi tekliflerde bulunuldu. (...).”(Etibank Eski Genel Müdürü Tahsin YALABIK ile Röportaj“BORAKS ÜZERİNE OYNANAN OYUNLAR”.11 Mayıs 1970 MİLLİYET)

Türk Boraks Madencilik A.Ş., bu girişimi, NATO’dan karar çıkartarak, üç yıl geciktirmiş olmasına rağmen, Bandırma'da alınan arsa üzerinde Polonya'nın Polimex firması desteği ile 01 Haziran 1964 günü 20000 ton/yıl kapasiteli boraks ile 6000 ton/yıl kapasiteli “Borik Asit Tesisleri”nin kuruluş faaliyeti başlatılıp, 1968 yılında üretime geçilmiştir.

Macar Profesör Erno Napy’nin SSCB’nin 1,5 Tonluk Sputnik roketinin bor ve hidrojen yakıtı kullandığını belirten rapora ve Alman bilimadamlarının bu amaca yönelik yaptıkları araştırma sonuçlarına dayanılarak, 1953 yılı başında ABD’de uzun menzilli füzeler, uçaklar ve uzaya gönderilmesi tasarlanan uyduları taşıyacak roketlerde kullanılması gereken yüksek enerji yakıtlı araştırma projelerine borlu yakıtlar da dahil edilmiştir.

SSCB’nin Sputnik I ve II. projeleri çerçevesinde yakıt üretiminde kullanılan borun Türkiye kaynaklı cevher olduğunun anlaşılması üzerine, gözler Türk borlarına çevrilmiş, SSCB’nin Avrupa üzerinden Türk Borlarını almasının önüne geçilmek üzere Türkiye’den ihraç edilen bor cevherlerini taşıyan gemiler ve yükleri Çanakkale Boğazı’nı geçip uluslararası sulara girer girmez ABD donanması tarafından müsadere edilmeye başlanmıştır. Nitekim, Hüsamettin Yakal’a ait “Yakal Madencilik” tarafından Yunanistan’a satıldığı belirtilen 4000 ton bor cevheri yüklü gemi Amerikan donanmasına bağlı gemilerce çevrilerek mala el konulmuştur.

Bu konuda Sayın Tahsin Yalabık şöyle demektedir: “1958-1961 yılları aralığındaki süreçte ABD ve NATO tarafından bor, stratejik maden olarak değerlendirilerek pazarlanması kontrol altına alınmış, “COCOM” olarak bilinen tedbirler kapsamında Sosyalist Blok’a bor ihracı yasaklanmıştır. “1958 den 61 senesine kadar sürdü bu yasaklama. Ondan sonra da demir perde gerilerine kısıtlanmak suretiyle ihracat yapılabildi. Fakat Amerikalılar bu yasaklama dolayısıyla senede 10 bin ton kadar alıp stoklarına gönderdiler. Amerikan stoklarında Türk bor mineralleri birikmeye başladı, yasaklanan devrede...Çünkü bizim özel teşebbüs yöneticileri, "madem ki demir perde gerisine sattırmıyorsunuz o halde siz alın" dediler. Onlar da 10 bin ton kadar aldılar.” (...).”(Etibank Eski Genel Müdürü Tahsin YALABIK ile Röportaj“BORAKS ÜZERİNE OYNANAN OYUNLAR”.11 Mayıs 1970 MİLLİYET)

Ülkemiz bor sahasındaki bu gelişmelerin, bu servetimizin millileştirilmesi gereği tartışmalarını gündeme getirmesi sırasında Borax Consolidated Ltd. hazırladığı raporda sektörle ilgili aşağıdaki hususları vurgulamıştır. Şirkete göre 1963 yılı itibariyle;

Türkiye’de bor mineralleri tükenmiştir,
Türkiye’nin en çok 20 bin ton satış şansı vardır,
Türkiye’de ancak 3 firma 60 bin ton üretim yapabilir,
Türkiye Avrupa piyasasına yalnız borik asit üretimi için bor cevheri verebilir,
Avrupa piyasasının borik asit üretimi 45 bin ton cevhere karşılık gelen 30 bin ton bor cevheri ile sabittir.
Türkiye ancak zararına bor endüstrisi kurabilir. 3 bin tonluk rafineri ancak sübvansiyonla yaşar,
Türkiye’nin bor rezervlerine Borax Consolidated ortak edilirse bor endüstrisi kurulacaktır.
Avrupa endüstrisinde Türk cevheri kullananlar, fiyat rekabeti ile Amerikan cevherine dönerlerse Türkiye bu sahayı kaybeder,
Türkiye Amerikan rekabetini üstüne çekmemelidir,
Amerikan bor cevherleri sodyumludur, Türk bor cevherleri kalsiyumludur; bu da Türkiye’nin rekabet imkanını ortadan kaldırır.

Şirket bazı bilgileri gizleyerek yetkilileri yanıltmaya çalışmıştır. Çünkü raporda sodyumlu olarak değinilen tinkal’in varlığı 1959 yılında Kırka bölgesinde tespit edilmiştir. O sırada Etibank’a ait sahalarda araştırma yapan MTA’da görevli bir mühendis tarafından tinkal’in varlığı MTA yerine, şu anda Balıkesir Sanayi Odası Başkanı olan Rona Yırcalı’nın Mortaş Grubu ve US Borax’a ait Türk Boraks’a bildirilmiştir. Daha sonra, bölgede araştırma yapan, Türk Boraks’ın görevlendirdiği jeologlar da 1960 yılında Kırka’daki tinkalın varlığını doğrulamışlar, Kırka’daki keşifte 600 milyon tonluk, 50 metre kalınlığında dünyadaki en zengin tinkal rezervinin yeri tespit edilmiştir. Fakat bu bulgular, MTA dahil, uzun süre resmi olarak açıklanmamış, hazırlanan raporlara da girmemiştir. Hatta, Borax Consolidated Ltd.’nin Yönetim Kurulu Başkanı Rt. Hon. Lord. Clitheroe, Türk Boraks’ın faaliyetlerini de anlatan raporun yayınlandığı 25 Şubat 1966 tarihli Financial Times’daki yazısında da, tinkalden hala hiç söz etmemiştir.

1960 sonrasında, tinkali pazarlamak amacıyla kurulacak ortak şirket için Türk Boraks ile Mortaş arasında yapılan antlaşmaya göre, şirkette Mortaş büyük hissedar olacak, çıkarılacak maden ile Borax Consolidated Ltd.’nin (US Borax), Avrupa’daki boraks ve asit borik rafinelerinin ihtiyaçları karşılanacaktı. 1964 yılında, Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu çerçevesinde, 40 milyon dolar sermayeli şirket için müracaat edilmiş, fakat Kırka’daki buluş hakkında yayılan söylentiler üzerine, basının olayı “uluslararası bir bor şirketinin Kırka’daki önemli sodyum boraks yataklarını cebe indirme girişimi” olarak politik bir konu haline getirmesinin de etkisiyle, müracaat 1965 yılında reddedilmiştir.

Werner Buehler, “Borasit” adlı kitabında bu dönem ile ilgili ilginç bazı bilgiler vermektedir: “(..)Borax and Chemicals (American Potash and Chemicals Corp)’tan genellikle borik asit alan (Pilkington Brothers Ltd.), Borax and Chemicals’ın Türkiyeden kolemanit alarak bunu doğrudan fiberglass üretiminde kullanmayı denemek ister. Sonuçlar oldukça olumlu çıkınca kolemanit, Avrupa’da fiberglass üretiminin neredeyse tamamında bor kaynağı olarak borikasitin yerini alır. Borax and Chemicals’dan mal almaya devam eden P.B.L maliyet avantajı sağlayacağı için Türk madencileri ile doğrudan kontakt kurmaya karar verir. (...)Dr. Brown ile Dr. Crabtree (...) metal dışı endüstriyel malzemeler alanında faaliyette bulunacak bir şirketi, bir Türk müteşebbisi ile ortaklık halinde kurmak ve doğrudan kendi adına arama ruhsatı almak gibi konularda istişarelerde bulunmak üzere önce (...)Türkiye’de 15 yıldır çalışan ve MTA’da Türk maden kaynakları konusunda gerçek bir uzman olan Hollanda’lı Dr. Van der Kaaden ile irtibat kurarlar. Kaaden, 1961 yılında yazılan ancak yayınlanmayan bir rapor da dahil olmak üzere Türk borları hakkında son derece faydalı bilgileri kendilerine aktarır. Neticede iki jeoloji mühendisi, mevcut sorunları azaltmak için bir Türk şirketi ile ortaklık kurmanın uygun olacağını ve bunun daha sonra arama ruhsatları için yapılacak başvuruların olumlu değerlendirilmesini kolaylaştıracağını merkezlerine rapor ederler. Bu iki jeoloji mühendisi, Madencilik Yardım Komisyonu’nu ve Komisyon’un Teknik Müdürü olan Dr. Ferit Kromer’i de ziyaret etmişlerdir. Türkiye’nin son derece zengin maden kaynaklarının ekonomiye kazandırılması için Türk Hükümeti’nin yabancı yatırımcıları daha fazla özendirici şartlar oluşturması gerektiğini düşünen Dr. Ferit Kromer, ortaklık için uygun sadece iki Türk Firma bulunduğunu (1. Mortaş/Bortaş ile 2. Rasih ve İhsan Maden Ltd) kendilerine aktarır.(...)Dr. Kromer ayrıca; “Yabancı Yatırımı Teşvik Komitesinin onayının alınması halinde, mevcut Maden Kanunun oldukça olumlu olmasına rağmen yabancı yatırımcılar için yine de tam olarak tatmin edici değildir. Yeni bir Maden Kanunu için hazırlanan 3 adet taslak A.B.D Büyükelçiliği tarafından yetkililere teslim edilmiş fakat her defasında (her bir) taslak reddedilmiştir. Ancak Türk Hükümeti, Amerikalıların Türk Cumhuriyeti’nin ekonomik durumunu kullanmayı kendileri için kolaylaştırmaya çalıştıkları hissiyatındadır. Dördüncü bir taslağı yazma görevi ODTÜ’deki iki Türk profesörüne verildi ancak, muhalefetteki AP bu sene iktidara gelmezse yeni Kanunun makul bir süre içerisinde kanunlaşması için çok az umut vardır.” demiştir. Önerilen yeni Maden Kanunu’ndaki (Şubat 1964 tarihli taslak) belli başlı değişiklikler; Daha yüksek teknik nitelikli ve daha iyi ücret alacak personele vurgu yapılmak suretiyle Minerallerin yönetiminin yeniden organizasyonu, Yabancı yatırımcıların net karlarını, mutlak olarak herhangi bir hükümet kısıtlamasına tabi olmaksızın ülke dışına çıkarmalarına izin verilmesi, Bir şirket tarafından tutulan ruhsatların sayısına sınır getirilmesi, Aktif bir şekilde arama ve istihraç yapmadığı halde ruhsatları elinde tutan firmalara ceza uygulanması, Ruhsat sahalarını gösterir haritaların yayınlanması.”(Werner Buehler, Borasit, 1999 sf. 110-114)

Türkiye’nin bor mineralleri piyasasına girmesini engellemeyi amaçlayan ve o yıllarda Türkiye genelinde aldığı 500 kadar bor tuzu arama ruhsatıyla bor tuzu olması muhtemel sahaları Türk madencilerinin arama faaliyetlerinden uzak tutmaya çalışan bu şirket artık Rio Tinto Zinc’in bir alt-kuruluşudur.

Sayın İsmet İNÖNÜ’nün yabancı şirketlerin bor imtiyazlarının Etibank’a devri sırasında yaptığı bir konuşma, borlarımıza gözdiken tekellerin gerçek niyetlerini çarpıcı bir şekilde açıklamaktadır: “(...)Bugün memleketimizdeki boraks cevheri üzerinde yabancı bir oyun planlanmaktadır. Oyunun hedefi Türkiye’yi bu kaynağından mahrum bırakmaktır. Bunun oyuncuları kapı kapı dolaşmaktadırlar. Herkese ihtar ederiz ki, bu oyunu neticesiz bırakmaya, Türkiye’nin boraksı üzerinde hiçbir tekel kurdurulmamasına kesinlikle kararlıyız. Gerekirse, açacağımız kampanyanın tesir ve öneminden kimse şüphe etmemelidir. ” (İsmet İnönü /13. 01. 1968 CHP İstanbul İl Kongresi)”

Yine o dönemde Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalışan, daha sonra uluslararası sermayenin sözcülüğüne soyunan, 1979 yılından günümüze kadar uygulanmakta olan ekonomi politikaların baş mimarı Turgut Özal’ın itiraflarında bor konusunda adıgeçen tekelin emelleri açık bir şekilde dile getirilmiştir: “...Bir bor konusu Türkiye’nin en büyük rezervidir, yani, “dünyanın en büyük rezervlerine sahibiz” diye iddia ediyoruz, ama acaba bor satışları maden olarak değil, hammadde olarak değil, nihai mamul olarak satışlarının yüzde kaçına sahibiz? Yüzde 10’una yüzde 15’ine sahip miyiz? Ben zannetmiyorum; yani nihai mamul olarak, katma değeri ilave edilmiş olarak sahip değiliz. 1960’lı yılların sonuna doğru bu konu üzerine Planlama’da eğildiğimiz zaman karşımıza bir büyük monopol sistem çıktı. Üzerinde çok durduk, bugün gibi hatırlıyorum, hatta bir takım anlaşmaya yaklaşmıştık. Şöyle bir anlaşma; ....Hepinizin de bildiği gibi, “Amerikan Boraks” diye Kaliforniya’da bir grup, daha doğrusu Kaliforniya’daki rezervleri işleten grup, aşağı yukarı dünyanın o tarihlerde yüzde 80’ine sahip durumdaydı ve birtakım patentleri de var. Nihai mamulleri yapıyor. Pazarlaması gayet güçlü. O tarihlerdeki araştırmalarımızda, ya rakiplerine gidecektik, ya da onlarla bir ortaklık kuracaktık; yani ‘monopol olacaksak, beraber monopol olalım’ diye düşündük. Bu şekilde bir anlaşmaya varma imkanı gözüktü, bu söylediğim 1970 yılına doğrudur. 1970 yılı dahil, bu yabancılarla dünyayı ikiye bölmek, Avrupa’yı ve Amerika’nın doğusunu Türkiye’den beslemek; Japonya, Uzakdoğu ve Amerika’nın batısını Kaliforniya’dan beslemek-ekonomik oluyor tabii, mesafeler bakımından ekonomik oluyor-böyle bir anlaşmaya varmak üzereydik; ama maalesef o zaman Türkiye’deki devletleştirme havaları, illa ‘herşeyi biz yapacağız’ havaları bu gelişmeye mani olmuştur....Tabii ileriki yıllarda ülkemiz bunun sıkıntısını çok çekti, döviz yokluğunun ana sebeplerinden biri, bu politikaların 1970’li yılların başından itibaren uygulanamaması, özellikle 12 Mart’tan sonra uygulanmamasıdır.” (Turgut Özal/I.Madencilik Şurası, 1970-990 yılları anıları).
Borax Consolidated’in Kırka’da sahip olduğu sahalar alınışındaki usulsüzlükler nedeniyle bir bir iptal edilirken bor konusunda Cumhuriyet Senatosu’nda bir “Bor Araştırma Komisyonu” kurulmuştur. Bu komisyona İngiliz şirketin gönderdiği dilekçede yeralan bazı ifadeler enteresandır: “Türk Borax A. Ş., Türk kanunlarına göre kurulmuş ve 6224 sayılı ‘Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’ndan faydalanan bir kuruluştur. (...) ‘yerli sermaye ve teşebbüslere tanınan bütün haklar, muafiyetler ve kolaylıklardan, aynı sahalarda çalışan yabancı sermaye ve teşebbüsler de aynı şartlar dahilinde istifade etmesi iktiza eder’ dendiği halde, bütün iyiniyet ve samimiyetle memleket ekonomisine daha geniş ölçüde faydalı olmak ve daha fazla döviz geliri temin etmek gayretiyle senelerden beri yapılan türlü teşebbüslerimiz, muayyen bir zümrenin, daimi ve sistematik engellemeleriyle karşılaşmıştır. Bu fiillerin neticesi olarak, şirket zarar gördüğü kadar, Türk ekonomisi de ehemmiyetli miktarda döviz gelirlerinden mahrum bırakılmıştır..... Kah mensup oldukları müesseseyi güya rekabetten kurtarmak, kah yaptıkları verimsiz yatırımların olumsuz sonuçlarını örtbas etmek ve kah da bir takım siyasi görüşlerin başarısını temin için, şirketimize karşı mesnetsiz ithamlarda bulunmayı adet edinmiş olan bu zevatın, son günlerde, muhterem komisyonunuzca, malûmatlarına müracaat edilen kimseler arasında bulundukları görülmüştür (...)”

Türk ekonomisinin önemli miktarda döviz gelirinden mahrum bırakıldığı iddiasının doğru olmadığı, Maliye Bakanlığı’nın 9 Kasım 1963 tarih ve 593545-23/441999 sayılı yazısına ekli Rapor’da açıkça anlatılmaktadır: “(...) Bugün bor cevherlerinin ortalama ihraç maliyeti FOB 14$ civarında olmasına rağmen ihraç fiyatları çok yukarıdadır. 1950 yılında 60$ olup, 1958’de 40$’a, bugün (1963 yılı) 27$’a düşmüş olmasına rağmen, yabancı teşebbüse ton başına 13$ bırakmaktadır. Yabancı şirket bunu 27$’a ihraç etmek suretiyle buna tekabül eden dövizi önce getirse bile bunun 13$’ lık kısmını yabancı sermayeye göre kar transferi yoluyla tekrar götürecektir. Tekel tesisi için fiyatları düşürdüğü takdirde diğer müstahsillerin de buna uyması mecburiyeti hasıl olur. Bu maksatlı düşürme, firma için kardan feragat sureti ile 17$’a kadar kolayca yapılabilir. Bu mücadelede de başarılı olmak için bor ihraç fiyatının 17$ /ton dan daha aşağı fiyatlara düşürülmesi de ihtimal dahilindedir. (...) Borax Consolidated Ltd. şirketinin yabancı sermaye yatırım talebinin, bor cevheri ihracat imkanlarımıza yeni bir güç kazandırmayacak ve ham cevher istihraç ve ihraç eden yerli firmaların imkanlarının daraltılması pahasına, Türk Boraks Madencilik A.Ş’nin ihracat payının artmasını sağlamaktan başka bir fayda getirmeyecektir. Bu itibarla, yabancı sermayenin bor madeni işletmeciliği konusunda ödemeler dengesine olumlu bir etkisi beklenmemektedir. Bilakis, bor cevherinin ton maliyeti 14$, satış fiyatları ise ton başına 27$ olduğu dikkate alınırsa, bugünkü durumda yerli teşebbüslerin ihracatında net döviz geliri olarak memlekete giren 27$, Türk Boraks şirketinin ihraç payının artmasıyla 14$’a inecektir. Gerçekte Türk Boraks şirketinin yaptığı ihracat üzerine, ton başına, önce 27$ girecekse de, bilahare, yabancı sermaye kar transferleri yoluyla (27$-14$ )=13$ ödemeler dengesinden Londra’daki Borax Consolidated Limited (Rio Tinto) Şirketi’ne ödeneceğinden Türkiye’nin her ton bor madeni ihracatında fiilen 13$’lık döviz kaybı olacaktır. Sonuç olarak, Londra merkezli Borax Consolidated Limited Şirketi’nin Türk Boraks Madencilik A.Ş’nin sermayesini arttırmak suretiyle yapmış olduğu yabancı sermaye yatırım talebinin, memleket ekonomisi ve ödemeler dengesi bakımından mahzurludur.”

Görüldüğü gibi İngiliz şirketinin iddia ettiğinin aksine, Türkiye Cumhuriyeti’nin yabancı sermayeyi teşvik kanunlarıyla yabancı sermayeye sağladığı hakları sistematik bir şekilde kötüye kullanarak Türkiye ekonomisi aleyhine hertürlü yıkıcı faaliyette bulunmakta, bor ihraç fiyatlarının sürekli aşağıya çekilmesinde aktif bir şekilde rol almakta, buna rağmen Cumhuriyet Senatosu ‘Bor Mineralleri Araştırma Komisyonu’ndan aleyhine yapılacak beyanlara itibar edilmemesini, bu beyanların taraflı olduğu, politik mülahazalarla hareket edildiği, konunun bor değil yabancı sermaye düşmanlığı olduğunu iddia etmektedir.
Cumhuriyet Senatosu ‘Bor Mineralleri Araştırma Komisyonu’ çalışmaları sonucu düzenlediği raporda Kırka Bor havzası ile ilgili olarak; “ Komisyonumuz bu sahanın toptan Türk Milleti yararlarına tevcih olunmasında isabet mütalaa etmektedir. Ancak bu havzada, Maden Kanunu’nun müsaade ve tariflerine müstenit ve 6224 sayılı Yabancı Sermaye Kanunu’na göre Türkiye’ye gelen ve madencilik icra eden özel şahıs ve şirketlerin müktesep haklarına seslenen, birçok ruhsat poligonları mevcuttur. Komisyonumuz, özel hukuka merbut ve müstenit ve işletme değerleri yüksek kıymetlere baliğ olan bu sahaların, devlete ait bir hüviyete intikal ettirilmesini, milletin mütemadi ve müteselsil bir milli gelire kavuşturulmasını isabetli bir tatbikat olarak görmektedir.” İfadelerini kullanmıştır.

Bu gelişmeler üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla bu şirketin elinde bulunan imtiyazlar 1968 yılında Etibank’a devredilmiştir. Böylece bor sahaları ve maden işletmeciliği tamamen Etibank’a ve Türk uyruklu kişi ve/veya kuruluşların eline geçmiştir.
1970'li yıllar Etibank’ın sahip olduğu rezervlerinin katma değerlerini, böylece dünya pazarlarındaki gelir payını artırmak için bor madenciliğinde önemli yatırımlara karar verip uygulamaya koyduğu yıllardır. Bu çerçevede, 1968 yılında Bandırma’da yıllık 20 bin ton kapasiteli Boraks Dekahidrat fabrikası ile yıllık 6 bin ton kapasiteli Borik Asit fabrikasının inşaat ve montajı tamamlanarak Etibank tarafından üretime başlanmış; 1972 yılında I. Kırka Bor Türevleri Tesisleri’nin yatırım kararı alınmış, 1975 yılında yine Bandırma’da 20. 000 ton/yıl kapasiteli Sodyum Perborat fabrikası üretime başlamış, kurulu Boraks ve Borik Asit tesisleri tevsi edilerek üretimleri artırılmış, 1975 yılında II. Borik Asit Tesisi projesi yürürlüğe sokulmuştur. Kırka’daki tesis 1984 yılında, Bandırma’daki II. Borik Asit Tesisi ise 1987 yılında tamamlanmıştır. Ancak yapılan engellemeler nedeniyle hiçbir ülkeden teknoloji transferi mümkün olmadığı gibi, literatür araştırmaları ile bilgi erişimi de sağlanamadığından, her iki tesiste de üretim faaliyetinde ciddi darboğazlar yaşanmış, yıllar süren iyileştirme çalışmalarından sonra kurulu kapasitelere ulaşılabilmiştir.
Artık sektöre rafine ürünler de girmiştir. Boraks Dekahidrat fabrikasından 1968 yılında yapılan 6700 ton üretimin 500 tonu, 1969 yılında 17800 tonu, 1970 yılında 11400 tonu ihraç edilmiştir. 1969 yılı borik asit ihracı 7000 ton, 1970 yılında ise 6700 ton olarak gerçekleştirilmiştir. Rio Tinto’nun Türk Bor rafineri tesisleri için ileri sürdüğü, ”Türkiye ancak zararına bor endüstrisi kurabilir. 3 bin tonluk rafineri ancak sübvansiyonla yaşar, Türkiye Amerikan rekabetini üstüne çekmemelidir, Amerikan bor cevherleri sodyumludur, Türk bor cevherleri kalsiyumludur; bu da Türkiye’nin rekabet imkanını ortadan kaldırır” iddialarının da geçerli olmadığı çok kısa sürede ortaya çıkmıştır.

Bor Madenlerimize sahip çıkmak, bu kaynaklarımızın ülkemiz ekonomisine azami katkı sağlamasının tek yönteminin ancak devletleştirme olduğunu belirten kişiler ve sivil toplum kuruluşları, 1970’li yılların başlarında Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları olarak suçlanmışlardır. Eylül 1972 ayında, Süleyman Demirel’in Bilecik konuşmasını verelim; “(...) ‘Türkiye kalkınması nasıl yapılır, nasıl çabuk yapılabilir?’ sualine cevap aramak başka iştir, Türkiye kalkınmasını böyle yapamaz deyip, bu düzenle yapamaz deyip, ‘Türkiye ancak Mao ile borla’ kalkınır demek başka iştir. Birincisi Cumhuriyet içerisinde daha iyiyi arayıştır, ikincisi Cumhuriyetin yıkılışının özlenişidir. Birincisinde zihinleri açma, ikincisinde zihinleri yıkama ve bu suretle rejim düşmanlığı yaratma maksadı gizlidir. Aslında burada ne kadar büyük inançsızlıkların içinde bulunulduğu değil, ne kadar büyük yanlışların ve hataların beyin yıkamaya hizmet edebildiğini işaret etmek istiyorum. İddialar; ‘Türkiye bor madeni yataklarını devletleştirirse buradan elde edeceği ihracat ile iktisadi meselesini halleder’, şeklindedir. ‘Senede yüzlerce milyon dolar döviz temin eder’ şeklindedir. (...) Bu iddiada ne kadar geçerlilik vardır. Evvela dünya ne kadar bor kullanır? Dünya 2 milyon ton bor kullanıyor, bunun değeri bugünkü rayiçler üzerinden 70 milyon dolardır. Türkiye dünyanın kullandığı borun hepsini verse 70 milyon dolar alır. Bunun yarısını Birleşik Amerika, dörtte birini Rusya zaten istihsal ediyor. Geriye kalan pazar imkanı dünya ihtiyacının dörtte birisidir. Türkiye’deki bor yataklarının % 95’i devletin elindedir. % 5’i şahıslar tarafından işletilmektedir. İhracata gelince, Türkiye’nin bor ihracatının % 75’ini özel teşebbüs, % 25’ini de devlet yapmaktadır. Bor hikayesinin içyüzü budur. Mao hikayesinin içyüzü de bundan farklı değildir. Aslında bu, ‘Mao ve Boru arayış’tan ziyade Cumhuriyet ve Atatürk’ten kaçıştır. ”
1968’de kurulan ilk Boraks ve Borik Asit fabrikalarından buyana Etibank’ta bor işletmeciliği konusunda önemli bir bilgi birikimi oluşmuştur. 1984 yılında devreye alınan I. Bor Türevleri Tesisi’nde ortaya çıkan sorunların tümü ülke ve kurum içindeki mühendislik deneyimleri ve bilgi birikimi ile kısa zamanda çözümlenebilmiştir. Yine kurum elemanlarınca, Üniversite-Eti Holding A.Ş. işbirliği sonucunda, gerçekleştirilen proses ve mühendislik hizmetleriyle Kırka’da kurulan II. Boraks Pentahidrat Tesisi 1996 yılından buyana üretime devam etmektedir. Diğer taraftan, yatırım çalışmaları sürmekte olan Kırka’daki 160 000 ton/yıl kapasiteli III. Boraks Pentahidrat Tesisi’nin ve Emet’teki 100 000 ton/yıl kapasiteli II. Borik Asit Tesisi’nin 2003 yılında tamamlanması planlanmaktadır.