TMMOB METALURJİ MÜHENDİSLERİ ODASI Temmuz 2003 - BOR RAPORU / 9

6-ÜLKEMİZDE BOR

6.1-Cumhuriyet Öncesi Sömürgeci Uygulamalar

Osmanlı, madenlerini ağırlıklı olarak ordusuna silah ve cephane, hazinesine de sikke(para) temini amacıyla işlettiğinden; kömür, bakır, demir, kurşun, altın ve gümüş dışında kalan madenler ekonomik bir değer olarak görülmemiş, cevherleri mamul maddeye dönüştürme düşüncesi gündeme bile gelmemiştir.

Kuşkusuz bunda sanayileşmeden uzak duran bir toplumun batılı sömürgeciler tarafından yönlendirilmesi de etkili olmuştur. Avrupa’daki bilimsel-teknik devrime seyirci kalan Osmanlı İmparatorluğu, kendi ekonomisi üzerindeki denetimini zamanla kaybederek, 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sömürgeleşme sürecine girmiştir. Osmanlı Devletinin tüm doğal zenginliklerinin Avrupalı sanayicilerin hammaddesi olmasının öyküsü böyle başlamıştır.

Gayrimüslim uyruklara Osmanlı içinde belirgin avantajlar sağlayan Tanzimat Fermanı, Anadolu’daki zengin endüstri hammaddelerinin yurtdışına çıkışının yasal hale gelmesi açısından bir milattır. Bu süreci Islahat Fermanı, 1700’lü yılların ikinci yarısında Fransızlara tanınan, Baltalimanı Antlaşması ile İngiltere’yi de kapsar hale getirilen gümrüksüz ticaret daha da hızlandırmış ve derinleştirmiş, Avrupa ülkelerinin Osmanlı’ya bakışı “hammadde kaynağı” şekline dönüşmüş ve bu bakış açısı hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze değin süregelmiştir.

Nitekim; Islahat Fermanı’nın ilan edildiği tarihlerde Londra’da çıkan Times, 12 Şubat 1856 tarihli nüshasında Osmanlı Devleti ile ilgili olarak şöyle yazıyordu; “(...)Yabancıların toprak satın almalarının önündeki tüm engellerin kaldırılması (ve) sağlam bir mali sistemin ve yollara ve limanlara yatırılan sermayenin güvenliği için güvencelerin oluşturulması, kısa zamanda büyük sonuçlar doğuran diplomatik çabaların sonucu olmaktadır. Önümüzde zengin ve işlenmemiş bir ülke var ve Batı’nın sermayesi bu ülkeye girebilir ve ona sahip olabilir! Bu nedenle, çabalarımızla zamanın lehimize işlemesinden hoşnut olabiliriz.” Baltalimanı anlaşmasını müteakip, kapitülasyonlar nedeniyle bunlara herhangi bir gümrük duvarı konulmamış olmasının sonucu olarak, yabancı devletlerin malları Osmanlı Devletine büyük ölçüde girmeye, bu süreçle birlikte ülkeden hammadde ihracı artmaya başlamıştır. Zaten çok cılız seviyede olan yerel sanayinin her alanda büyük bir gerileme içine girmesiyle, iç pazar yabancı sermayenin denetimine girmiştir.

1858 yılında İzmir-Alsancak tren istasyonunun temel atma töreninde dönemin İngiltere İstanbul Büyükelçisi Lord Stratford de Redcliffe’nin şu sözleri ibret vericidir: “Bu demiryolunun sanayi ürünlerimizin Türkiye’ye girişini kolaylaştıracak faydalı bir sermaye yatırımı olacağını umuyoruz. Hepimizin bildiği gibi Türkiye’nin yeniden canlandırılmasında Avrupa’nın her zamankinden daha çok çıkarı vardır. Batı uygarlığı levent kapılarına geldi dayandı. Şimdiye kadar geçmeyi pek başaramadığımız bu kapılar ardına kadar açılmazsa, kendi çıkarlarımızın doğrultusunda zor kullanarak bu kapıları açacak ve isteklerimizi kabul ettirecek güce, hatta daha fazlasına sahip olduğumuzu herkesin bilmesini isterim. Türkiye’nin damarlarına yeni ve taze kan aşılayacak olan bu demiryolu gibi üretken girişimleri desteklemek, hükümetimizin en başta gelen görevleri arasındadır.”

1854 yılında Kırım savaşını izleyen 20 yıl içinde 15 kez dış borç alacak olan Osmanlı İmparatorluğu, borçlanma sürecinde borçların geri ödenmesi için yeniden borçlanmaya gidilmesi şeklinde bir kısır döngüye girilmiş, Galata bankerlerinden dahi iç borç almaya başlamıştır. Ödemeleri aksayan Fransız, İngiliz, İtalyan ve Avusturyalı dış alacaklılar bu gelişmeler karşısında Galata bankerlerini aradan çıkararak, devletin gümrükler başta olmak üzere en önemli gelir kaynaklarını kendi alacaklarına karşılık çıkarttıkları 20 Aralık 1881 tarihli Muharrem Kararnamesi ile toplayacak, Osmanlı’nın ve daha sonra genç Türkiye Cumhuriyeti’nin elini kolunu bağlayacak olan Düyunu Umumiye İdaresi’ni kurmuşlardır.

Sömürgeci Avrupa devletlerine tanınan bu ayrıcalıklar, kapitülasyonlar ve süreğen hale gelen borçlanma politikaları (istikrazlar), devleti sömürgeciliğin acımasız pençelerine kaptırmış; giderek bozulan ekonomi, siyasi, sosyal yaşam “hastayı” ağırlaştırmıştır. Artık, Osmanlı sarayında, padişahın atadığı sadrazamlar, devletin yaptığı borç-kredi-sömürgecilik anlaşmalarının yoğunluğuna ve kimden alındığına göre değişmekte, sarayda adeta Fransız, Rus, Alman, İngiliz emperyalistlerinin Osmanlı kılığındaki görevlileri gibi dolaşmakta, “Tanrının yeryüzündeki temsilcisine vekalet eden” sultanların aileleri ve bürokratları alınan borçlara karşı devlet bütçesini ipotek ederek geçmişimiz işbirlikçiler tarafından “şanlı” bir şekilde yaşatılmaktadır!

Bu dönemde üretim ve ticaretten gelen kazancın çoğu yabancılara ve yabancı uyruğa geçmiş olan Osmanlı tüccarlara gidiyordu. Ayanın ve de yerli sermayenin güçlenişini merkezi otoriteye karşı bir tehdit olarak gören Osmanlı Devleti, bu gelişmeye gözyummuştu. Yine bu dönemde Osmanlı devletine gelen yabancı sermaye madencilik, mali, bayındırlık ve ticari girişimler üzerinde yoğunlaşıyor özellikle tarım ve sanayiye yönlenmiyordu. Bu durum 19. ve 20. yüzyılın değişmeyen bir tablosu olarak kaldı. Bu tablo hiç kuşkusuz kendisini yüzyıllardır bir parçası olarak gördüğümüz batının, Avrupa’nın ve ona ait sermayenin hala bize bir sömürge süjesi olarak bakışının somut bir göstergesiydi.

1914’de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, Osmanlı yarı-sömürge devleti, yutulmak üzere Avrupa emperyalist devletlerinin masasına yatırılmış, 1918 Mondros Mütarekesi ile, emperyalistlerin bu açgözlülüğüne Osmanlı sultanı kayıtsız şartsız teslim olarak yanıt vermiştir. İki yıl sonra da Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını tescillendiren Sevr Anlaşması imzalanmıştır.

6.2-Cumhuriyet Dönemi Öncesinde Bor

Anadolu’muzda bor cevherlerinin varlığı ile ilgili bilgiler Romalılara kadar uzanmakta ise de ilk bor madenciliğine 1865 yılında, bugünkü Balıkesir, Kütahya ve Eskişehir illerindeki arazilerin bir bölümünü kapsayan Karesi Vilayeti Fırt Nahiyesi’nin (bugünkü Susurluk İlçesi’nin) Sultan Çayırı mevkiinde bulunan bor madenlerinin, 1861 yılında çıkartılan Maadin Nizamnamesi’ne göre, “Compagnie Industrielle Des Masures” adlı bir Fransız firmasına 20 yıl süreyle verilmesiyle başlanmıştır. Fransızlar, Sultan Çayırı'nda çıkarttıkları, bor minerali olan bu beyaz taşı “alçıtaşı” adı altında yıllarca deve katarlarıyla getirdikleri Bandırma Limanı yoluyla, Paris civarında kurdukları bir boraks rafine tesisine sevketmişlerdir. Yabancı mineraloglar Bandırma’ya izafeten, bu beyaz taşı Pandermit olarak adlandırmışlardır. Fransızların bu hilesi ancak 17 yıl sonra ortaya çıkarılmış olmasına ve faaliyeti durdurulmasına rağmen, şirket bor ile doldurduğu çuvalların üst tarafına arpa koyarak hileli bir şekilde bir süre daha cevher sevkine devam etmiş, 1880 yılında 200 000 dönüm arazi için bir arama imtiyazı da almıştır.

Ancak daha sonraki gelişmelerden Fransız Desmazures’in Susurluk Sultançayırı mevkiindeki pandermit (bor) madenini talan ettiği anlaşılması üzerine Bursa’ya bağlı bir sancak olan Karesi Valisi Mehmet Reşat Paşa, 1882 yılında Babıâli’ye yolladığı mektupta önce “ (...). Fransız şirketin arama yapmadığı, bu nedenle elindeki ruhsatın hükümsüz olduğunu (...) belirterek ”Tanrıya şükürler olsun ki, Osmanlı ülkesinin birçok yerleri her çeşit değerli madenlerle doludur. Ancak aylardan beri maden aramak isteyen yerli yedi şirketin dilekçelerine karşılık alınamamıştır. Türk vatandaşlarının bu konuda yabancılara tercih edilmeleri ise sonsuz derecede istenen ve aranan bir husustur.”(Belgelerle Türk Tarihi,Birinci Nüsha)

Nitekim, Asmaaltı Girit tüccarlarından Yusuf Asım’ın, saraya gönderdiği mektupta; “(...) civarında bulunan borasit (bor) madeni imtiyazının Fransız tebaasından (...) ile İngiliz tebaasından (...) yüzde % 9 ayni rüsumla verildiğini haber almam üzerine, % 15 rüsum ve kuvvetli banka teminatıyla bahsigeçen maden imtiyazının bendenize verilmesini dilekçe ile istemiştim. Mevzuat hükümlerine göre imtiyazın bendenize ihalesi (...) komisyonunca münasip görülmüş, fakat (...)yerine getirilmemiştir.” denmektedir. Görüldüğü gibi hazinenin nakit ihtiyacına katkı açısından Yusuf Asım’ın teklifi çok daha uygun olduğu halde, saltanatın yabancı çıkarlara teslimiyeti uygulamalarda ağır basmıştır. Fransız şirketi ise, nizami sürede aramalara başlandığını iddia ederek, 99 yıl süreli yeni bir imtiyaz hakkı elde etme çabasına girmiştir.

Etibank Eski Genel Müdürü Sayın Tahsin YALABIK bu gelişmeleri şu şekilde ifade etmektedir: “Ülkemizdeki bor kaynaklarına gözdiken başka ülkelerin de daha çok “Düyunu Umumiye İdaresi” vasıtasıyla yaptıkları imtiyaz baskıları yüzünden, Abdülhamit, maden ihraç ve naklini 23 Temmuz 1883 tarihinde yasaklamıştır. Bu yasaklamayı en ziyade uygulayan köylüler oluyor. Yasaklanınca yabancı kendisi gelip çıkaramıyor, Mihran Şirinyan adında bir vatandaşı buluyor. Bu defa o çıkarma için uğraşıyor. Köylüler mani oluyor, dövüyorlar hatta. Vilayet jandarma gönderiyor. Onları da dövüyorlar. Yani boraks üzerinde bir mücadele o zamandan başlamış. (...) Fakat bu yasaklama çok kısa sürmüş, çeşitli gerekçe ve baskılarla bu yasaklama hiçbir zaman fiilen uygulanamamıştır. (...)1887'ye doğru Maden Dairesi, Ziraat ve Ticaret Bakanlığından alınmış, Maliye Bakanlığının emrine verilmiş. O zaman, gene aynı Maliye Nazırı Agop Paşa imiş. ve Maden Dairesi başkanı da Bedros Kuyumcuyan. Maden Dairesi Fen Heyeti başkanı Mösyö Welss imiş. Bunlar padişahı "Hazinede para kalmadı orduya verilecek maaş paramız kalmadı" gerekçesiyle devlet hakkına avans olarak 60 bin lira karşılığında imtiyazı İngilizlere vermeye ikna etmişler. O ilk devrelerde yani 1880 den sonra sekiz bin, dokuz bin, on bin, hatta 19 bin ton'a kadar varan üretim yapılmış. Yani Avrupa piyasasının o zamanki ihtiyacı bizim kaynaklarımızdan temin ediliyormuş.”(Etibank Eski Genel Müdürü Tahsin YALABIK ile Röportaj“BORAKS ÜZERİNE OYNANAN OYUNLAR”.11 Mayıs 1970 MİLLİYET)

1887 yılında, Desmazures ve daha sonra yabancılar tarafından alınan imtiyazların tamamını alacak ve artık 80 yıl ülkemizde çöreklenecek, daha sonra “Borax Consolidated Limited” şirketine dönüştürülecek olan İngiliz-İtalyan “Cove-Hanson” ortak şirketi bor kaynaklarımızı birer birer elegeçirmiştir. 1889 yılında Societe Lyonnaise de Borate de Chaux adlı bir Fransız şirketi de Sultançayırı yakınında Aziziye’yi de kapsayan civar sahaların imtiyazını almıştır.

Fiilen uygulanmasa da, faaliyetlerine yasal statü kazandırmak için bu yasaklama döneminde özellikle dış temsilcilerle yapılan yazışmalar dikkat çekicidir. Ticaret, Ziraat, Orman ve Madenler Nezareti’nin Sadaret makamına 13 Eylül 1884 tarihinde yazdığı yazı Türk vatandaşlarının hukuklarının nasıl çiğnendiğini göstermesi açısından oldukça önemlidir; “(...) Karesi (Balıkesir) vilayeti dahilinde, Fırt (Susurluk) nahiyesinde Sultançayırı denilen yerde Cove ve Hanson şirketi ile Dömazür ve ortakları gruplarının mutasarrıf oldukları arazide evvelce araştırma yaparak meydana çıkardıkları iki kıta borasit madeni imtiyazının bu şirketlere verilemeyeceğinin kendilerine duyurulması ile maden ihraç ve naklinin de tamamen yasaklanması 23 Temmuz 1883 tarihinde Sadaret emirleriyle Nezaretimize bildirilmişti. (...). Ancak bu kararın alındığı ve ilgilere tebliğ edildiği günden beri adı geçen şirketler gerek Babıali’ye gerekse Nezaretimize sık sık müracaat ederek, evvelce açtıkları kuyuların zamanla bozulmaması için çıkarmaya mecbur oldukları borasit cevherlerinin meydanda kalıp günden güne zayi ve telef olduğundan bahisle, bunların nispî rüsumu peşinen, depozito yolu ile ödenmek şartıyla nakline izin verilmesini istemektedirler (...) Sizce de bilindiği gibi borasit madenlerinin aşikar olan servet ve ehemmiyeti, ihracatının revaç ve kıymeti hasebiyle bunların terkedilmiş bir halde, kullanılmaz bir durumda bırakılmaması halin icabı olarak elzem ve bu yüzden devlete ve millete ait olacak büyük faydaların gecikmelerden kurtarılması ise en mühim işlerdendir. Şu iki maksadın olumlu bir sonuca ulaştırılması için, bu madenleri arayıp bulanlarla hesap görülerek gerçekten alacakları varsa tamamen ödenmesiyle;

1. Madenlerin devletçe emanet yoluyla işletilmelerine teşebbüs edilmesi veya,
2. Şirketlerin alacakları ödendikten sonra, bundan böyle maden cevherinin herbir tonu için Nezaretimize maktu bir bedel ödemeleri şartıyla sermaye sahibi bir şirkete verilerek işletilmesi veya,
3. Evvelce kararlaştırılan ve Devlet Şurası ile Nafıa Komisyonunca da kabul ve tasvip edilen imtiyaz şartlarının talipleri bulunan Hanson Cove şirketi ile Dömazür ve ortakları gruplarına ihalesi; veya,
4. Kuyulardan çıkarılıp açıkta durmakta olduğu bildirilen maden cevherlerinin Avrupa’ya nakline izin verilmesi
gerekmektedir. Uzun müddetten beri devam etmekte olan şu işin iyi bir şekilde bitirilmesini gerektiren sebeplerin en mühimi bu madenlerin terkedilmiş ve kullanılmaz bir halde bırakılmasından dolayı devlet hazinesinin rüsum bedelinden senede onbeş, yirmibin lira zarar etmekte olması ve madencilikle uğraşan halktan yedi-sekizyüz kişinin de işsiz kalmakta bulunmasıdır(...)”
Yazıyı alan Sadaret makamı yıldırım hızıyla 14 Eylül 1884 tarihli bir yazıyla Ticaret, Ziraat, Orman ve Madenler Nezaretine aşağıdaki talimatı verir;“(...) yazınızı okudum. Yüksek Nezaretinizin bu dört hal şeklinden hangisine öncelik verilmesi görüşünde olduğunun da gerekçesiyle birlikte, belirtilmesi usul icabındandır. İtalya elçisi sık sık müracaatla ret veya kabul cevabının sürüncemede kalmasından şikayette bulunduğu için, bu konuda yüksek görüşlerinizin süratle bildirilmesine himmet buyurulması hususunda (...)”

Ülke vatandaşların taleplerini aylarca yanıtlamaya dahi gerek duymayan emperyalistlerin işbirlikçileri, yabancı oyun ve tezgahlarının kurgulanmasında çok hızlıdırlar. Sadaretten gelen talimat hemen 17 Eylül 1884 tarihinde cevaplanarak Sadarete gönderilir: “...Bahsi geçen maden imtiyazının, arayıp bulanlara verilmesi mevzuat hükümlerine ve devlet menfaatlerine her bakımdan uygun görünmektedir. Yürürlükte olan nizamname hükümlerine ilgili heyet tarafından başka mana verilmedikçe, evvelki görüşümüzün değişmesini gerektirecek diğer bir sebep yoktur. Çıkarılan maden cevherinin kendi haline kalması ve maden kuyuları ile ocaklarının atıl bir durumda bırakılması ise gerek devlet hazinesinin, gerek o bölge halkının zarar görmesine sebep olacağına dair Orman ve Madenler Genel İdaresinden verilen takrir ekli olarak sunulmuştur. (...) Bu takrirde ileri sürülen hususlar bizce münasip görüldüğünden, zatı-alilerinin görüşüne de uygun düştüğü takdirde, evvelki maruzatımıza göre bu madenlerden alınan nispî rüsum layık olduğu bir hadde çıkarılmakla beraber, her sene bir miktar maktu vergi tahsil edilmek veya bir defaya mahsus olmak üzere Nezaretimize izin verilmesi. ”

Üç yıl sonraki 9 Şubat 1887 tarihli bir yazıdan (Sadaret tezkeresi) anlaşıldığı kadarıyla Sultançayırı bor madenlerinin ihalesi, M. Cove ve Hanson ve ortaklarına nispî rüsumundan ödenilmek üzere yüzde altı faiz ve iki amortisman ile altmış bin liralık bir avans verilmek şartıyla ve elli sene müddetle verildiği ve padişahın onayıyla işlemin kesinleşeceği anlaşılmaktadır.

Ancak padişah kendinden istenen onayı vermekte gecikir ve devreye İngiliz elçisi Alfred Sandison girer. İngiliz elçisinin Sadarete Yazdıkları oldukça ilginçtir: “(...) Osmanlı Devleti’nin menfaatlerine hizmet etmek ümidiyle, bundan birkaç ay evvel Osmanlı Bankasına müracaat edip M. Hanson–Cove ve ortaklarının borasit madenlerinden dolayı hazine hissesi olan nispî rüsuma mahsup edilmek üzere, altmış bin liranın hazineye birden ödenmesi hususunun Osmanlı Bankası tarafından teminat altına alınmasına, hayli zorluklardan sonra, muvaffak olmuştum. (...) Halbuki bahsi geçen altmış bin liranın Hazineye ödenmesine razı olan sermaye sahipleri böyle bir paranın verimsiz bir halde kalmasını uygun bulmayacaklardır. (...) Umulur ki Yüce Hakan, zatında mevcut adalet, duyguları icabı olarak, rica olunan imtiyaz fermanının çıkarılmasına lütfen ve inayeten emir ve ferman buyuracaklardır. (...)”

İngiliz elçisi imtiyaz ve rüsumun her ne kadar Osmanlı Devleti’nin menfaatine olduğunu belirtmekteyse de, Osmanlı hazinesine verilmiş bir rüsum yoktur. M. Hanson-Cove ve ortaklarının bor madeni imtiyazını almaları halinde ödeyecekleri rüsumu Osmanlı borçlarından mahsup edilmek üzere Osmanlı Bankasının teminat altına alması taahhüdünden ibarettir. İngilizlerin böyle bir taahhüdü “paranın verimsiz bir halde” kalması şeklinde açıklamaya çalışması ancak tipik bir sömürgeci batı kurnazlığı şeklinde açıklanabilir. Ardından 1904 tarihli bir fermanla imtiyazlar, Reşit Paşa ve İngiliz uyruklu William Vitaller’e 60 yıl müddetli olarak verilmiştir.

Görüldüğü gibi, 1860’lı yıllardan başlayarak maden arama ve işletme için bazı kurallar getirilmişse de, Tanzimat’tan sonra Avrupalıların kapitülâsyonlardan ve Osmanlı Devleti’nin özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısındaki ekonomik sıkıntılarından ve sürekli borçlanma zorunda kalmasından yararlanıp, ellerine geçirdikleri maden kaynaklarımızı ülkelerine aktarmışlardır. Her dış borç alımında başta Osmanlı Bankası olmak üzere yabancı bankalardan hatta Galata bankerlerinden memur maaşlarını ödemek üzere alınan avanslarda bile elçiliklerin, banka müdürlerinin veya aracıların ısrarıyla pek çok kişiye maden imtiyazı verilmiştir.