TMMOB METALURJİ MÜHENDİSLERİ ODASI Temmuz 2003 - BOR RAPORU / 14

11-SONUÇ

Hukuk çevreleri Türkiye ekonomisinin niyet mektupları ile yönetildiğini, IMF’ye verilen mektuplardaki taahhütlerin fiilen TBMM’nin onayı ile yürürlüğe girebilecek olan bir hükümet programının yerine geçtiğini, artık “Türkiye’yi kim yönetiyor?” sorusuna bağlı olarak ağır bir meşruiyet sorununun gündeme geldiğini haklı olarak kabul etmektedirler. Fakat Türkiye’ye, içinde bulunduğu kriz bahane edilerek, 15 gün içinde yasa çıkması için, gönderdikleri memurları vasıtasıyla adeta eyalet valisine emir verilir gibi direktif verilen günleri yaşıyoruz.

Çarpık yapısıyla emperyalizme bağımlı, dış krediler olmadan çarklarını döndüremeyecek hale gelen sistem, sürekli artan borçlarıyla emperyalizmin denetimine hergün daha çok girmektedir. Ekonomiyi kendine bağımlı hale getiren ve borçlar olmadan işlemeyeceğini bilen emperyalizm dayatmalarını ülkemize rahatlıkla yapabilmektedir. IMF reçeteleri bunun sonucudur.
Uluslararası sermaye, işlemlerinin önündeki tek engel olan ulus devletleri ve onların birikimi olan KİT'leri finansal serbestleşme, serbest piyasa, özelleştirme gibi sloganlar çerçevesinde bir bir yıkmaktadır. Bu süreçte de, kitle iletişim araçlarına tamamen hakim olan akademik kılıklı uluslararası sermayenin ideolojik propagandasını yürümekle görevli işbirlikçi sosyal bilimciler tarafından bu politikaların kuramsal çerçevelerinin ulusal çıkarları gözardı edici bir biçimde çizilerek, emperyalizmin politikaları ulusal çıkarımızmış gibi yutturulmaya çalışılarak, beyinlerimize işlenmektedir. Bu propagandanın etkinliğindeki en büyük etken iletişim teknolojisinde meydana gelen gelişmeler sonucu, iletişimin pahalılaşması ve tek merkezli hale gelmesiyle ideolojik bir merkezi propaganda aracı işlevini almasıdır. Bu yolla dize getiremedikleri ülkeleriyse 'kredi vermeme', 'ambargo', 'askeri operasyonlar' gibi yöntemlerle uluslararası örgütlerin şemsiyesi altında meşru bir kılıfa sokarak sisteme uyarlı duruma getirmektedirler. Bu konuda Kanadalı akademisyen Michael Hart, düzenlenen bir OECD yuvarlak masa toplantısında küresel sistemin kuralları hakkında şöyle konuşmaktadır: "Hükümetler dünya üzerinde ekonomik etkinliklerin temel düzenleyicisi olarak ulusal ekonomik çıkarlarını nasıl koruyacaklardır? Daha küçük ülkeler için iki seçenek vardır; ya işbirliği ya da baskı; aynı hedefe yönelik yürüme ya da daha büyük güçlerin tiranlığını kabul etme (...)"

Bilinçli olarak içi boşaltılan, yatırım yaptırılmayan KİT’ler, “zarar ediyor” gerekçesiyle özelleştirilmektedir. Bunun koskoca bir yalan olduğu gün geçtikçe açığa çıkmaktadır. “Zarar ediyor” gerekçesiyle özelleştirilen KİT’ler şöyle dursun; zenginliklerimizden sadece biri olan bor madenlerinin özelleştirilmesi kararı bile, özelleştirmenin zarar gerekçesiyle yapılmadığının, tamamen birilerine peşkeş çekme mantığının ürünü olduğunun açık göstergesidir.

Bor, yüzyılı aşan bir büyük sömürü ve talan tarihinin öyküsüdür. Bu öykü günümüzde emperyalizmin yeni sömürü incelikleri ile daha da pervasızca sürdürülmek istenmektedir. Dünya kapitalist sistemi, içine girdiği yapısal kriz nedeniyle sermaye ihtiyacına çözüm olarak neo-liberal ekonomi politikaları dayatmaktadır. Bu politikalarla azgelişmiş ülkelerdeki kalkınmacı, girişimci sosyal devleti uluslararası şirketlerin gereksinimlerini karşılayacak şekilde, yeniden yapılandırmaya çalışmaktadır. Yoksullardan varsıllara, azgelişmiş ülkelerden emperyalist metropollere yeni kaynak aktarımı anlamına gelen bu politikaların temel araçlarından biri de özelleştirmelerdir. IMF ve Dünya Bankası gibi şimdilerde neredeyse “hayırsever kuruluşlar” olarak görülen emperyalist sistemin organik kurumları az gelişmiş ülkeleri daha çok borçlandırmak amacıyla ulusal KİT’lerin özelleştirilmesini zorunlu kıldılar. Bugünlerde 21. yıldönümünü yaşadığımız 24 Ocak kararları neo-liberal ekonomi-politikaların Türkiye uygulama programıdır.

Günümüzde bor madenlerinin özelleştirilmesi operasyonunun IMF niyet mektubunda yeralıyor olması, bu kaynakların doğrudan çokuluslu tekellere devri anlamına gelen MAI-MIGA-Tahkim sürecinin planlandığı gibi yürüdüğünü göstermektedir. Bor madenlerinin özelleştirilmesi girişiminin asıl önemi, bir siyasal müdahale olarak “özelleştirme”nin ne anlama geldiğini binlerce kitaptan daha çarpıcı bir şekilde anlatıyor olmasıdır. Özelleştirmelere demagojik gerekçe olarak sunulan hiçbir olumsuz koşulun bulunmadığı bor işletmelerinin IMF niyet mektuplarına girmesi “kurdun kuzuyu her halükarda yeme” isteğinin resmidir.
Eti Holding A.Ş., dünya ekonomik krizini izleyen yıllarda devletçilik politikasının bir yansıması olarak, 1935’de kurulan Etibank’ın parsellenerek satışa çıkartılan kısımlarından günümüze kalabilen parçasıdır. Önce bankacılık bölümü satılan Etibank’ın madencilik bölümü de yeniden yapılanma bahanesi ile özelleştirme sürecine sokulmuştur. 1998 yılında Eti Holding A.Ş.’ye dönüştürülen kurum, anonim şirket statüsünde yedi ayrı genel müdürlüğe ayrılmış, böylece bir bütün olarak özelleştirilmesinde çıkabilecek sorunlar en aza indirilerek kurum kolaylıkla yutulabilecek küçük lokmalar haline getirilmiştir. Cumhuriyet tarihimizin halkın emek ve özveri ile yarattığı en önemli KİT’lerinden biri olan Etibank’ın özelleştirilmesi girişimi bütünüyle “dış mihrakların” bir dayatmasıdır.

Uluslararası boyutta, ham bor olarak en az 750 milyar US$ değerinde olan bor rezervlerimize talip olabilecek kuruluşlar ya Eti Holding A.Ş. ile dünya pazarını paylaşan US Borax’ın %100 hissesine sahip, halihazırda trona arama bahanesiyle ülkemizde de faaliyet göstermekte olan Rio Tinto, ya da ülkemizin doğal kaynakları ve işletmelerine gözünü dikmiş, geçmişi karanlık kişiler vasıtasıyla satın aldıkları bazı işletmelerle ülkemize de halihazırda girmiş olan Frankocermen şirketler olacaktır.

Yıllardır, önce Hanson, daha sonra sırasıyla William Vitall, John Oven Red, Lord Meven Mervil, Desmond Abel Smith, Borax Consolidated Ltd ve Türk Boraks Madencilik A.Ş., US Borax gibi çeşitli ad ve kılıklarda karşımıza çıkan, bugün hala bor kaynaklarımıza gözünü dikmiş ve maalesef önemli bir aşama kaydetmiş olan bu sömürgecinin gerçek adı dünya bor sahasında şu andaki rakibimiz Rio Tinto (RT)‘dur. RT’nin ülkemizdeki bor madenlerine gözkoymasının en büyük nedeni, bor ürünlerinin fiyatlarını istedikleri gibi belirleme olanağına kavuşma niyetleridir. Çünkü, pazarlama alanında yıllarca çalışmış olan bir bürokratın da dediği gibi; “pazarı genişletemeyeceği için tüketiciye malı istediği gibi sunabilmenin yolu, alternatifi ortadan kaldırmak ve tek olabilmektir. Şirket ya Türkiye’deki rezervlere sahip olacak ve işletecek, bu şekilde kullanım sahasını artıracaktır ya da hiç işletilmemesini sağlayacak ve kendisinin ürünlerini sunacaktır.” RT 1997 yılında Kaliforniya’daki yataklarında büyük bir değişiklik yaparak, bütün maden işleme yöntemlerini geliştirmiş ve kapasiteyi artırmıştır. Türkiye’de de 1997’den buyana borun özelleştirilmesi gereği gündeme getirilmiştir. Bunun bir tesadüf olduğunu söylemek çok büyük bir saflık olur.

Bu nedenle;

IMF’nin direktifleriyle özelleştirme kapsamına alınmasına karar verilen Eti Holding ve dolayısıyla maden sahaları ve işletmelerinin dünyadaki emperyalist madencilik tekellerinin ve onların yerli işbirlikçisi sermaye gruplarının eline geçmesi anlamına gelen özelleştirme uygulamasından vazgeçilmelidir.

8 bin yıllık madencilik geçmişi olan ülkemizde, artık maden aranması, bulunması ve işletilmesi zorlaşmaktadır. Bu anlamda madencilik çalışmaları daha fazla bilgi, yatırım ve koordinasyon gerektirmekte ve yatırım riski taşımaktadır. Bu durum madenlerin kaymağını yiyen, sadece karını artırmayı düşünen ve işin kolayına kaçan özel girişimciliğin yerine ülke çıkarları ve kamu yararını gözeten kamucu anlayışı rasyonel kılmaktadır. Yeraltı kaynaklarımızın gerçek sahibinin halkımız olduğu bilinciyle sahip olduğumuz madenler kamu eliyle verimli bir şekilde işletilmelidir.

İşçilerin, çalışanların sigortasız ve sendikasız karın tokluğuna çalıştırıldığı özel işletmeler yerine sendikalı, grevli ve toplu sözleşmeli çalışma ilişkilerinin görece korunduğu kamu kuruluşları kamu yararının gerçekleşmesinde esas olmalıdır.
Salt kalkınmacı bir söylemle, insan ve çevreyi dışlayan, herşeyi ekonomiye indirgeyen bir çerçevede algılayarak, “ acil ve azami kâr” uğruna ülkemizi ve gezegenimizi yaşanmaz hale getirecek olan uygulamalardan acilen vazgeçilmelidir.

Maden ürünlerinin hammadde olarak ihraç edilmesinin önüne geçilmeli ve mamul ürünler üretilmesi için gerekli olan işletme yatırımları yapılmalıdır.

Dünya rezervlerinin en az %63’ünün ülkemizde bulunduğu bor madenlerinin üzerinde oynanan oyunlardan derhal vazgeçilmeli, halkımızın ve çocuklarımızın geleceği Citicorp, Rio Tinto ve diğer emperyalist madencilik tekelleri adı altında karşımıza çıkanlara ve onların yerli kapitalist işbirlikçilerine yağmalattırılmamalıdır.

Bor madenlerinde devlet tekeli madenin cevher olarak çıkarılmasından mamul ürünlere işlenmesine kadar sürdürülmelidir.
Madenlerin pazarlanması sırasında meydana gelen ayak oyunlarına fırsat verilmemeli, devlet eli ile, şeffaf olarak yapılmalıdır.
Pazar payını arttırmak ve rakip US Borax firmasının pazar payına daha büyük bir yüzde ile ortak olabilmek için rafine ürün kapasitemizi arttırmak gerektiği açıktır. Ancak rafine bor ürünlerinin birbirini ikame özelliği ve her ürünün bir yönden diğerinin rakibi olduğu gözönüne alındığında bunun yine Eti Holding tarafından yapılması bir gereklilik olarak görülmektedir. Daha önce de bahsedildiği gibi Eti Holding bir kalsiyum borat olan kolemanit cevherinden borik asit üretmekte, bir sodyum borat olan tinkal cevherinden ise boraks pentahidrat, boraks dekahidrat, susuz boraks ve sodyum perborat üretimlerini gerçekleştirmektedir. Kullanıldıkları alanlara göre bu ürünlerin, sodyum perborat dışında, birbirlerinin yerine kullanılmaları mümkün olup hepsi birbirinin rakibi konumundadır. Bor sektöründe US Boraks da aynı şekilde hareket etmektedir. Dünyada ürettikleri ürünün üretim ve pazarlamasını tek elden kontrol eden birçok devlet kuruluşu mevcuttur. Bu nedenle üretim ve pazarlamanın tek elden devlet eli ile yapılması şarttır.

Sanılanın aksine US Borax’ın dünya pazarındaki payının büyüklüğü özel bor ürünleri üretiminden değil, rafine bor ürünleri üretim kapasitesinin yüksekliğinden kaynaklanmaktadır. Pazar payımızı arttırmak için öncelikle rafine ürün kapasitemizi US Boraks seviyelerine çıkarmak esastır. Ancak ürün kapasitesini arttırmanın yanında rafine bor ürünlerinin kullanıldığı alanlara yatırımı teşvik etmek ve bu ürünlere dayalı sanayii geliştirmek de önemlidir. Bu amaçla AR-GE faaliyetlerine kaynak ayrılmalı, üniversitelerle birlikte yapılan çalışmalar sürdürülmelidir.

Bu durumlar gözönüne alınarak; Ülkemizde de bor madenlerinin özelleştirilmesi değil, özel sektörün bor ürünlerinin hammadde olarak kullanıldığı sanayi alanlarının gelişmesine yönelik olarak yatırım yapması konusunda teşvik edilmesi ve Eti Holding’in bor ürünleri üretimi konusunda bugüne kadar edindiği bilgi birikiminden bu amaçla yararlanılması gündeme getirilmelidir.
Ülkemiz bor kaynaklarının daha rasyonel değerlendirilebilmesi ve borlu ileri sanayi ürünlenin ülkemizde gerçekleştirilebilmesi amacı için mutlaka AR-GE yatırımlarına önem verilmeli ve gereken kaynaklar ayrılmalıdır.

2840 sayılı yasadaki “Bor madenleri devletçe işletilecektir” hükmü asla değiştirilmemelidir. Ruhsatlar, fiyatları belirleme ve pazar politikaları kamuda kalmakla birlikte yine de özel sektör ile işbirliği yapmaya çatlak aramak özelleştirmenin ve kaynakları aktarmanın bir diğer biçimi olacağından, bu yollara müsaade edilmemelidir.

Kurumun, yıllardır türlü güçlüklere rağmen uluslararası pazarlarda mücadele ettiği rakiplerine satılmak istenmesi ne ekonomik, ne politik, ne de yeni dünya düzenli masallar ile açıklanamayacak ölçüdedir ve halka rağmen bu kararları alacak olan, meşruiyeti tartışılan otoriteyi altında ezecek ağırlığı vardır.

12-SON SÖZLER

Ülkemiz, karanlık ve tehlikeli bir dönemeçte, cumhuriyet tarihinin en ağır sorunlarıyla karşı karşıya... Sağ iktidarların yıllardır uyguladıkları politikalar ve yaptıkları anlaşmalar sonucu bağımsızlığımız ve ülkemizin tüm kaynakları ipotek altında.... W. Bush’ un öncelikle Orta Doğu‘ yu hedef alan, giderek dünyaya yeniden biçim verme amacına hizmet etme çağrısının yarattığı karmaşa ABD’ nin stratejik ortağı! olarak bizi uçurumun başına getirip bıraktı.. Ekonomisi IMF, kültürü ABD’ ye endeksli, medya tarafından yönlendirilen, siyaseti ve askerliği stratejik ortağımız ABD’ nin çıkarlarına bağlanmış olan ülkemizde 3 Kasım seçimleri sonucu kurulmuş olan Hükümetimizi ve ulus ötesi şirketlerin taşeronları ile işbirlikçi medya kuruluşlarını bugünlerde, gizlemeye dahi gereksinme duymadıkları derecede mutlu eden, sonuçlarını coşkuyla alkışladıkları IMF ile Hükümetin Program ile ilgili sağladıkları mutabakat ve IRAK saldırısı ile ilgili gelişmeler takkelerini düşürmüştür.

IMF ile bugüne kadar imzalanan anlaşmaların tartışmasız en ağırı ve memleketi köleleştirme yolunda en ileri metinlerinden biri olan, ülkenin yeraltı ve yerüstü servetlerini yağmalatma amaçlı özelleştirme girişimlerini hızlandıran ve Devlet Bakanı Ali Babacan, tarafından zafer kazanmış bir komutan edasıyla açıklanan politikalardır. Ülkemizin bütün kaynaklarına büyük bir aç gözlülükle el koyan bir avuç uluslararası tekel ve işbirlikçinin bu politikalardan büyük memnunluk duyacaklarından, AKP hükümetine övgüler düzeceklerinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Önümüzdeki günlerde hükümetin asıl karar mercii TÜSİAD, TOBB başkanları, büyük holding temsilcilerinin ve bazı medya basınının ekonomi sayfalarında, yazar çizer takımının AKP’ye, “afferin, biraz daha sıkın, iyi yoldasınız aman gevşemeyin!” türünden tezahürat yapıp, yol göstereceklerinden emin olabilirsiniz. Çünkü hükümet baştan ne derse desin, sonradan bu grubun dedikleri ve istekleri oluyor. Hükümet bu grubun gösterdiği yola giriyor!

Malum ittifakı mutlu eden ikinci gelişme ise ABD-İngiliz ittifakının başta enerji olmak üzere Doğal Kaynakları kontrol etmek ve Ortadoğu’ya hâkim olarak uzun vadede hedeflerinin alt yapısını oluşturmak için refah ve özgürlük çağını temsil eden “Yeni Dünya Düzeni” adına geliştirilen strateji Siyonistlerin güdümünde gayrı meşru, kuralsız, yalanlara dayanan ve vahşi bir şekilde IRAK’a saldırmasıdır.

Ama açık ki, Türkiye’nin Amerikan arabasına daha sıkı bağlanmasına hizmet eden gelişmeler Türkiye üzerindeki emperyalist baskıyı da arttıracaktır. Çünkü emperyalist haydutlar bölge halkları için şimdi çok daha somut ve yakın tehdit oluşturmaktadırlar. İran’ı, Suriye’yi hedefe koyanların diğer bölge ülkeleri ve Türkiye hakkında da “planları olduğu” bilinmektedir. Bunu açıkça da söyleyip adım adım uyguluyorlar:

“...Şu önemli geçeği gözden uzak tutamayız: magnezyum, krom, kalay, çinko ve tabii kauçuğumuzun tamamı, bakır ve petrolümüzün önemli bir kısmı, kurşun ve alüminyumun üçte biri, denizaşırı ülkelerden gelmektedir. En önemlisi, ABD tarafından kurulmuş askeri paktlardan, herhangi birinin etki alanında bulunan Asya ve Afrika'nın az gelişmiş bölgelerinden gelmektedir. Süper stratejik maddelerin, bu arada uranyumun durumu da yukarıdakiler gibidir...” (Nelson A.Rockefeller'in ABD Başkanı Eısenhower'e 1956'da Yazdığı Gizli Mektuptan)

"...Bu ülkelere sahip oldukları STRATEJİK MADENLER ve ENERJİ KAYNAKLARI sebebiyle AŞIRI DERECEDE BAĞIMLIYIZ. Bu nedenle bizim ve müttefiklerimizin ekonomisi, sınırlarımızın çok ötesindeki çatışmalara ÇOK DUYARLIDIR..." (Reagan’ın Savunma Bakanı Casper Weinberger, Kongre’de 1985 Bütçesi Sunuş Konuşmasından)
“...Yakın bir gelecekte savaş ve barış sorunları. Doğu ve Bati arasındaki askeri güvenlik sorunlarından çok, Kuzey ve Güney arasındaki ekonomik ve sosyal sorunlardan kaynaklanacaktır...”(Yeni Dünya Düzeni’nin ideoglarından Zbigniew Brzezinski?
"...Malî kriz içindeyiz. (...).Sistemimiz, iflas etmiş durumda. Ulaşım, enerji, eğitim, sağlık sistemlerimizin tamamı, altyapı ve sanayimiz çöküş halinde. (...).Afrika, ABD'nin gözleri önünde, İngilizler ve ABD'deki bazıları tarafından kitle ölümleriyle resmen ortadan kaldırılıyor. Meselâ, başkanın babası Bush, Kanada'nın önceki başbakanıyla birlikte, Barrick Gold adlı firmalarıyla Kongo'ya yerleşmiş durumda ve buranın zengin altın ve elmas yataklarını sömürüyorlar. Bunlar ve çokuluslu şirketler, Afrika'nın her tarafında özel ordular kuruyor ve Afrika halkını birbirine kırdırıyor. Bu şekilde, hem Afrika'nın zenginliklerini çalıyor, hem de nüfusunu azaltıyorlar. (...) Şimdi, ABD ve İngiltere içindeki güçler, Brzezinski bunlara dahildir, Asya'daki oluşumları engellemek için dünya savaşı çıkarmak istiyorlar. Ağustos, bunun için en uygun aydır. Bu savaşın adını da, Batı ile İslâm'ın savaşı olarak koyacaklar...”(24 Temmuz 2001, 11 Eylül’den 45 Gün Önce, 2004 ABD başkanlık seçimleri için))
“...Hükümetler dünya üzerinde ekonomik etkinliklerin temel düzenleyicisi olarak ulusal ekonomik çıkarlarını nasıl koruyacaklardır? Daha küçük ülkeler için iki seçenek vardır; ya işbirliği ya da baskı; aynı hedefe yönelik yürüme ya da daha büyük güçlerin tiran-lığını kabul etme...”(Michael Hart, Küresel Sistemin Kuralları)

“...Hasım yalnızca yenilgiye uğratılmakla kalmamalı, iyice ezilmelidir ki, Yeni Dünya Düzeni’nin dersi öğretilsin: Patron biziz, sizin göreviniz ise pabuçlarımızı parlatmaktır...”(The Guardian, 21 Ocak 1992, Noam Chomsky)

“...Tek süper güç’ statüsü(...) ABD ‘nin üstünlüğüne kafa tutabilecek herhangi bir millet ya da milletler grubunu caydırmaya yeterli, askeri güçlerle sürdürülmelidir...” (ABD Savunma Bakanlığı vekil Paul Wolfowitz, New York Times 8 Mart 1992)
“...En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır, İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak, kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle, yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi, cebimizden birer birer çıkartıp göstereceğiz...” (Lord Curzon’dan İsmet İnönü’ye, Lozan Konferansı)

“...Türkiye gibi (...) ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. OLTAYA YAKALANMIŞ BALIĞIN YEME İHTİYACI YOKTUR. Geliştirilmiş ekonomik yardım, Türkiye gibi ülkelerde bazı durumlarda düşünülenin tam tersi sonuç verebilir, yani bağımsızlık eğilimlerini arttırıp; mevcut askeri planlarımızı zayıflatabiliriz. Bu tür ülkelere yapılacak yardım, bize bağlı Hükümetleri iktidarda tutacak ve ABD’ne düşman unsurları zararsız hale getirecek biçim ve miktarda olmak zorundadır...” (Nelson A.Rockefeller'in ABD Başkanı Eısenhower'e 1956'da Yazdığı Gizli Mektuptan)

“...Türkiye, çoğu ona düşman komşularla çevrilmiş, bu bir engel ama, Türkiye ‘nin komşuları karşısında, askeri bakımdan korkunç derecede güçlü olması ve ne yapacağı belli olmayan bir kuvvet oluşturması...” tehlikeli ihtimalleri akla getiriyor...”(Bkz. Makovskiy ve Sayar, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikası’nda Değişen Dinamikler)

“....Türkiye ABD için önemli anlamları olan yeni bir oluşumun merkezindedir. Yeni ‘güvenlik düzenlerinin’ yükselişi ya da kritik bölgelerde yeni ittifaklarla(İsrail gibi) ilişkilerini güçlendirmektedir. Amerika’nın dış politikası, geniş ve dar anlamda çıkarlar sorununa ve çok taraflı ya da tek taraflı harekete odaklanmıştır.Yalnızca en dar kapsamlı anayurdun savunması yaklaşımı ABD çıkarları açısından Türkiye’yi önemli bir müttefik tanımlanmasının dışında bırakır.(...) Ankara ve Washington Balkanlarda, Ortadoğu’da ve Avrasya’da istikrar ve ekonomik kalkınmaya duyulan ihtiyaç konusunda hemfikirdir...”” (ABD’li analistler Ian.O.Lesser'den aktaran M. Emin Değer, Amerika Türkiye’yi İşgale Hazırlanıyor,Müdafaa-i Hukuk)

“...Türkler İslam karşıtı kabul edilebilecek politikalarla işbirliği etmek isteyebilirler. Müslüman dünyasında olan bir ülkenin güvenliğiyle otomatik bir sorumluluk konusunda giderek isteksiz hale gelebilir. Güvenlik ilişkilerinin bu doğrultuda gelişme göstermesi Türkiye’ye felaket getirecek; ABD-Türkiye işbirliği umutlarını ciddi bir şekilde kısıtlayacak ve bunun uzantısı olarak, ABD’nin Kafkaslar ve Ortadoğu’daki hareket serbestisini azaltacaktır....” (CIA’de Yakındoğu ve Güney Asya Eski Direktörü Graham Fuller)

“...Türkiye, Irak operasyonuna destek verecek; çünkü Türkiye’nin sahibi IMF dir. IMF parasını verip Türkiye’yi satın aldı...”(Bill Clinton’ın danışmanı’nın ABD Fox Televizyonu’na verdiği demeçten)

"...Bazı insanlar bu eleştiriyi “komplo teorisi” diye reddetmektedir. Siyasete yön verenlerin bazen yalan söylediklerine ve güçlü çıkar gruplarının hizmetinde açıkça dile getirmedikleri programlara sahibi olduklarına inanmamaktadırlar. Israrla, zenginlerin ve güçlülerin de tıpkı bizim gibi, maksatlı şekilde hareket etmediklerini söylemektedirler. Bu görüşe göre, iç ve dış politikalar, zenginlerin çıkarlarının korunmasıyla ilgili olmayan bir masum olaylar dizisidir. Kuşkusuz resmî görevlilerin yaratmak istediği izlenim budur(...) Kapitalist devletin politikalarının kurbanı olanlar, hamburger hâline gelmek istemiyorlarsa, katlandıkları şartların sadece masum ahmaklıkların ve kasıtlı olmayan sonuçların yarattığı bir serencam olmadığını kabul etmek zorundadır..." (Prof. Michael Parenti, İmparatorluğa Karşı, Kaynak Yay., 1996, s. 155)

Ülkemizdeki egemen sınıflara aktarılan borçlar karşılığı ipotek edilen geleceğimizi karartan mandacılara atalarından birisi olan Kara Vasıf Bey’in Sıvas kongresinde yaptığı:

“...Güdüm (manda) altına girmekten başka çıkar yol yoktur, ülke iflas etmiştir, ülkenin geliri, devletin dış borçlarının faizini ödemeye yetmeyecek düzeydedir. Devletin dört yüz-beş yüz milyon lira Borcu vardır, bu parayı kimse kimseye bağışlamayacaktır. Borcu ödeyin dedikleri zaman, gelirimiz faizine dahi yetmeyecektir, açıkça görüldüğü gibi, malî durumumuz bağımsız yaşamamıza elverişli değildir...”

zihniyetine Mustafa Kemal’in muhtelif konuşmalarından cevap niteliğindeki alıntıları hatırlatalım:

“...Vasilik ve himaye altına giren bir devlet bağımsızlığını yitirir. Egmenlik hakkı teslim olunamaz, ayrılık kabul edilemez. Bağımsızlık bir bütündür. Ya vardır, yok ise devletin kimliği ortadan kalkmış demektir...”

“...Mandacılar diyorlar ki, bizi bağımsız bırakmayacaklar. Onlar ne düşünürlerse düşünsünler ortada bir gerçek var. Her ulus bir devlet halini alıyor ve bir Türk ulusu vardır. Bizi bağımsız bırakmazlar düşüncesi maneviyat bitkinliğinden doğan bir iman eksikliğidir. Bir an için kabul ve teslim edelim ki, bizi devlet olarak yaşatmayacaklar, o halde bunu biz mi isteyelim? ...”

“...Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar...”

“...Oh ne ala! Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız! Bu ne gaflet, bu ne körlük, bu ne budalalık. İstanbul’un yüce kişileri de bu fikirde. İçlerinden biri çıkıp da ya istiklal ya ölüm diyemiyor...”

“...Bu olmayacaktır;Türkiye bağımsızlık ve özgürlüğüne sahip olacaktır. Bunu istemekte devam edeceğiz. Ben anladığıma göre kimi zevat bizi Amerika’da Wilson’a Senoto’ya, Kongre’ye müracaat ettirmek ve bütün Türk Milleti namına manda isteyen bir oyuna düşürmek istiyorlar.Bu oyuna gelmeyeceğiz...”

“...Büyük devletler bize şu veya bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor görünüyorlar; oysa, ekonomik tutsaklıklarla bizi felce uğratıyorlardı. Bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi bir durum alırlar; gerçekte ise ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı...”

“...Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki Türk'ün haysiyet ve izzetinefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bundan ötürü, ya bağımsızlık, ya ölüm!...”

“...Bir ulus varlığını ve haklarını korumak yolunda bütün gücü ile, bütün görünür ve görünmez güçleriyle ayaklanmış ve karara varmazsa, bir ulus yalnız kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlayamazsa, şunun ve bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz...”

“...Bizi iktisadi hayatımızı geliştirme, böylece refaha ulaşma amacına varmaktan alıkoyan iki kuvvet vardır; Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi, bir sömürge haline koymak için ilerlemememizi istemeyenlerdir. Fakat bizim için bunlardan daha zararlı daha öldürücü bir sınıf daha vardır; O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir...”

“...Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerin(istilacıların) siyasi emelleriyle birleştirebilirler... ”

Sözlerimize Mustafa Kemal Atatürk’ten başka alıntılar ile sürdürelim;

“....Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhudur. Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir. Bu vazifeyi yüklenirken, tatbik kabiliyeti hakkında şüphe yok ki çok düşündük. Fakat netice olarak edindiğimiz görüş ve iman, bunda, muvaffak olabileceğimize dairdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden evvelkilerin işledikleri hatalar yüzünden, milletimiz sözde mevcut zannolunan bağımsızlığında kayıtlı bulunuyordu. Şimdiye kadar Türkiye'yi, medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse, hep bu hatadan ve bu hataya uymadan doğmaktadır. Bu hataya uyma neticesi; mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetinden ve bütün yaşama kabiliyetinden soyunma ve uzaklaşmasını gerektirebilir. Biz; yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir hataya uyma yüzünden bu özelliklerden mahrum kalmaya tahammül edemeyiz. Bilgin, cahil, istisnasız bütün millet fertleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta; tam bağımsızlığımızın temini ve devam ettirilmesidir. Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasiyle bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz...”

“...Bugünkü mücadelemizin amacı tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın tam sağlanabilmesi ise ancak mali bağınısızlık ile mümkündür. Bir devletin aslı bağımsızlıktan yoksun olunca o devletin bütün hayatı bölümlerinde bağımsızlık sakat durumdadır. Çünkü her devlet organı ancak maliye ile yaşar. Mali bağımsızlığın korunması için ilk şart bütçenin ekonomik bünye ile uygunluğu ve denk olmasıdır. Bundan dolayı devlet yapısını yaşatmak için dış ülkelere başvurmadan ülkeyi gelir kaynakları ile yönetmek çözüm ve önlemlerini bulmak gereklidir ve bulunabilir...”

“...Bağımsızlık ve hürriyetlerini her ne bahasına ve her ne karşılığında olursa olsun zedeleme ve kayıtlamaya asla müsamaha etmemek; bağımsızlık ve hürriyetlerini bütün mânasiyle koruyabilmek ve bunun için gerekirse, son ferdinin, son damla kanını akıtarak, insanlık tarihini şanlı örnek ile süslemek; işte bağımsızlık ve hürriyetin hakiki mahiyetini, geniş mânasını, yüksek kıymetini, vicdanında kavramış milletler için temel ve ölmez prensip... Ancak bu prensip uğrunda her türlü fedakârlığı, her an yapmaya hazır milletlerdir ki, devamlı olarak insanlığın hürmet ve saygısına lâyık bir topluluk olarak düşünülebilirler...”

“...Bağımsızlığı için ölümü göze alan millet, insanlık haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve elbette esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran dost ve düşman nazarındaki mevkii farklı olur...”

“...Esas Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir. Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık olamaz....”

“...Arzumuz dışarıda bağımsızlık, içeride kayıtsız ve şartsız millî egemenliği korumadan ibarettir. Millî egemenliğimizin hattâ bir zerresini bozmak niyetinde bulunanların kafalarını parçalayacağınızdan eminim...”

"...Biz barış istiyoruz" dediğimiz zaman "tam bağımsızlık istiyoruz" dediğimizi herkesin bilmesi lâzımdır. Bunu istemeye hakkımız ve kudretimiz vardır. On sene, yirmi sene sonra aşağılaşarak ölmekten ise şimdiden şeref ve haysiyetle ölmeyi üstün tutmalıyız...”

“...Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap ettiği takdirde, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet gereği olan dostluk, siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarfınazar edinceye kadar amansız düşmanıyım...”

“...Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye liyakat kazanamaz...”

"...Hükümetlerin davranışları ve eylemleridir ki, ulusumuzun, geçmişini unutmuş, ulusçuluğun ve özel uygarlıkların bağışladığı haklardan habersiz, kansız, uyuşuk bir ulus olarak tanınmasına yol açmıştı..."

"...Ulusumuzun kendini bu yolda anlamaya olanak vermesinde pek büyük bir suçu vardı. Ulusumuzun o suçu, Baylar, merkez hükümetin işleri ile Avrupa'nın namusuna aşırı güven göstermiş olmasıdır. İşte bu suçtan dolayı kendi değerini, niteliğini, erdemlerini unutturmak kertesine düşmüştür..."

“...Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke ancak tam istiklale sahip olmakla gerçekleşebilir...”

“...Biz hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altına almak için, toptan bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız. Biz Batı empeyalistlerine karşı bağımsızlığımızı korumakla kalmıyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin güçleri ve bilinen her vasıtası ile Türk ulusunu emperyalizme araç olarak kullanmak isteyenlere engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz...”

“...Türkiye’nin bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiye’ye ait olmadığını bütün arkadaşlarımız, ifade etmiş iseler de bunu bir defa daha teyit etmek lüzumunu hissediyorum. Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır. ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye kendisiyle beraber olan şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir...”

“...Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklarıdır...”

“...Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerinde milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır...”

“...Kurtuluş için, bağımsızlık için eninde sonunda düşmanla, bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz. Ordu ile, savaş ile, inat ile bu işin içinden çıkılamaz biçimindeki kaynağı dışarda bulunan öğütlere uymakla bir vatan, bir ulus bağımsızlığı kurtarılamaz. Emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş, sefil bir ölüme mahkum olmaktansa babalarımızın oğlu sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz...

“...Meclislerle idare edilen memleketlerde ise, en tehlikeli durum, bazı milletvekillerinin yabancı adına çalınmış ve satın alınmış olmalarıdır. Millet Meclislerine kadar girme yolunu bulabilen vatansızlara her zaman rastlanabileceğine, tarihin bu konudaki örnekleriyle hükmetmek zaruridir...”

Hem sonra, asıl önemlisi, Mustafa Kemal, TBMM kürsüsünden 6 Mart 1922 'de şöyle dememiş miydi?

"... Efendiler! Bir şeyin zararıyla, bir şeyin imhasıyla yükselen şeyler, bittabi, o şeyden zarara uğrayanı alçaltır ve gerçekten de Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisinde yuvarlana durmuştur. (....) Artık durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Halbuki hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin öğütleriyle, ecnebilerin planları ile yükselebilsin? Tarih, böyle bir hadise kaydetmemiştir..."

“...Felaket başa gelmeden önce, onu önleme ve ona karşı savunma çarelerini düşünmek gerekir. Geldikten sonra üzülmenin yararı yoktur...”

Ne ki, bugün artık "öğüt verme" sınırı çoktan aşılmış, düpedüz talimat verilmektedir! Hiç kuşkunuz olmasın, çocuklarımızın ve ülkemizin geleceğini düşünmüyorsak, bu gidişin sonu Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun deyişiyle şudur:

"... bütün milli ve sosyal kıymetleri altüst olmuş, bütün kaleleri zapt edilmiş, etrafı bir demir çemberle çevrilmiş viran ve perişan bir ülkede... durmadan kovalanan, durmadan tekmelenen yılgın ve avare bir sürünün arasında, içerden dışardan sövüle sayıla, itile kakıla ve o yara, o milli gurur yarası bağrımızın içinde damla damla kanayarak ... sürünmek .... sürünmek .... sürünmek ..." (Atatürk: Birikim Yayınları, İstanbul 1981, S. 19)

Doğal kaynaklarımız üzerindeki yabancı hakimiyetin kırılması için verilen mücadeleler sonunda Lozan ile kazanılan mevzilerin sonuncularından birisi daha “bir gün gelir size verdiklerimizi tek tek geri alırız” diyenlerce bugünlerde geri alınmaya çalışılmaktadır. 1980 yılından itibaren küresel baronlar dünyaya “küreselleşme”, “neoliberal politikalar” adı altında, aslında salt kendi çıkarları için oluşturdukları sistemin ideolojik argümanlarının gereklerini, hazırlanan bir plan çerçevesinde, yerli taşeronları vasıtasıyla uygulamaktadır.

Yıllardır vatan ve ulusumuzun kaderini elinde tutan Yeni Tanzimatçı iktidar sahipleri, uyguladıkları politikalar sonucunda, ülkemizi ulusun toplam gelirinin çok üzerinde, 200 milyar doları aşan bir borç batağına saplamışlardır. Tıpkı 1881’deki Osmanlı Dönemi’nin “Düveli Muazzama Düyunu Umumiye”si gibi, 2001 yılında da “Yeni Dünya Düzeni”nin (Emperyalist Haçlı Ruhlu Batı’nın) “Dünya Bankası ve IMF Kurulları”, Cumhuriyet Devrimi’nin Başkenti Ankara’da Yönetim ve Tahsilat Büroları’nı açmışlardır. Bu bürolar ‘haçlı emperyalizminin ve işbirlikçilerinin’ defalarca ödenmiş olduğu halde bir türlü bitmeyen alacaklarını; içini boşalttıkları hazinemizi yeniden borçlandırarak, vatanımızın ve ulusumuzun bütün ekonomik kalelerini ele geçirerek ödettirme programını fiilen uygulayan ve uygulattıran merkezlerdir, ulusumuzun mezar kazıcılarıdır. Bu ulusumuza dayatılan “Yeni Düyunu Umumiye”dir.

Meydana gelen ekonomik krize çözüm olarak talep edilen krediler karşılığı ipotek edilen, halkımızın malı ve çocuklarımızın hak sahibi oldukları bor madenlerinin, bir bakanın deyimiyle bürokratlarca altın tepside sunulması ise tarif edilemeyecek ölçüde düşündürücü, üzücü ve vatan hainliği! ile eşdeğerdir.

Genelde çocuklarımızın da hak sahibi olduğu doğal kaynaklarımız, özelde ise bor madenlerimizin uluslararası tekellere peşkeş çekilmesine karşı çıkmak ulusumuzun boynunun borcudur. Bu mücadele yeni başlamış da değildir. Bu mücadele bir İngiliz şirketi ile Osmanlı İmparatorluğu döneminde Karesi Vilayeti’nde başlayıp 150 yıldan buyana sürüp giden bitmeyen bir kavgadır.